Burada çok kısa bir sûrette tahlîl etmeye çalıştığımız bu gerçekler ve onların Dünya’nın geleceğine te’siri uzun uzadıya anlatılması gereken ehemmiyetli bir meseledir. Burada “Türkiye, İslâm Âlemi ve Siyonizm’in geleceği” ne dâir birkaç husûsu kısaca arz etmek istiyorum
Gitgide dehhâmeleşen Siyonizm zulüm ve istismârının, tarihte bir çok ülkede ve pek çok kereler müşâhede edilegelmiş olduğu sûrette, ciddî aksülamellerle karşılaşması mukadderdir. Üstelik bu defa bu aksülameller Araplara mahsus ve“millî” vasfında değil, âlemşümûl bir karakterde zuhûra gelecektir. Dünyanın globalleşmesi, siyonizme hep fayda sağlayacak değil ya!..
Diğer taraftan İsrail’in Kudüs gibi, üç dine âid bir mukaddes toprak üzerindeki ısrarlı iddiası Müslümanlar kadar, Hıristiyanların da bu hususta hareketlenmesine sebep olacaktır. Daha şimdiden, İsrail’in -itibar olarak- dönüşe geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Zira O, bütün insanlığa karşı -adetâ- müşahhas bir husûmet ve nefret hedefi hâline gelmiş bulunmaktadır.
Türkiye ise, aksine yeniden büyük bir şahlanışın arefesindedir. Bu görüşü haklı kılan esbâb-ı mûcibe ve onun fiiliyâttaki tezâhürlerini anlatmadan önce İsrail, Türkiye ve İslâm Âlemi’nin geleceğine dair düşünceleri iki ayrı perspektiften inceleyelim:
a- “Hıttîn Korkusu” Perspektifinden
b- Kader Perspektifinden
A- “Hıttîn” Korkusu Ve Bunun Âmil Olduğu Plân
Ortadoğu coğrafyasına yabancı bir unsur olarak yahudilerden önce hristiyan Batılılar gelip yerleşmişlerdi. Onların âkıbeti yahudilerin tarih boyunca kulaklarına küpe olmuş ve onlar gibi yok edilmek korkusuyla kendilerini dâimâ bıçak sırtında hissetmişlerdir.
Gerçekten Haçlılar, 1095 yılında tertipledikleri bir seferle 1099′da Kudüs’ü zabtedip büyük bir katliâm yaparak buraya yerleşmişlerdi. Kısa zamanda Antakya’ya kadar uzanan bir “Haçlı Krallığı” kurmuşlardı. Fakat İslâm Âlemi’nin o zamanki dağınıklığından istifâde ederek gerçekleştirdikleri bu zafer uzun sürmemiştir. 1187 yılında “Taberiye Gölü”yakınındaki “Hıttîn” adlı tepenin eteklerinde Selahaddin-i Eyyubî tarafından müdhiş bir bozguna uğratılmış, çoğu susuzluktan helâk olmuştur. Haçlıların bu mağlubiyeti üzerine 2 Ekim 1187′de Kudüs’e giren Selahaddin-i Eyyubîinsanlık tarihinde misal teşkil edecek dehşetli bir adâletle Kudüs halkının yaralarını sarmış ve bu kadîm İslâm diyarını yeniden müslümanlara kazandırmıştır. O gece Miraç kandilinin yıldönümüydü. Selahaddin Eyyubî bu vesîleyle afv-ı umûmî ilân etmişse de kılıç artığı Haçlılar, bu eşsiz merhameti bir taktik eseri zannederek kaçıp Akra kalesine sığınmışlardı. Bu kale ve civarında bir müddet daha mukâvemete devam etmişlerse de meşhur Memlük Emîri Sultan Halil tarafından 1291′de kılıçtan geçirilip denize dökülmüşlerdir. Bu topyekûn yok edilme Roma İmparatoru Titus ‘un zaferine benzemiyordu. O Mabed-i Süleyman’ı yıkmıştı, fakat yahudileri kılıçtan geçirip yok etmiş değildi. Ancak müslümanların bu zaferiyle o coğrafî bölgeye hâriçten dâhil olmuş hıristiyan unsur tamamen yok edilip ortadan kaldırılmıştır. Şimdi şu kadar asır sonra yahudiler de aynı coğrafyaya yabancı bir unsur olarak hulûl edip devlet kurmuşlardır. Ancak vaktiyle hıristiyanların yaşadığı mâcerâ dolayısıyla “Hıttîn, yani yok edilme korkusu” her yahudinin şuuraltında derin izler bırakmıştır. Bunun için yahudiler aynı âkıbete uğramamak için sırf Ortadoğu milletleri, hâssaten araplara karşı çeşitli plânlar yapıp geliştirmişlerdir. İsrail Devleti’nin bekasını temin maksadına bağlı olan bu plânlar her ne kadar gizli tutulmakta ise de bunlardan zaman zaman bazı sızıntılar ve bu bâbda bazı bilgiler Dünyâ umûmî efkârının ıttılâına mâruz kalmaktan kurtulamamıştır. Gerçekten İsrail Dışişlerinde vazifeli Oded Yinon ‘un 1982 yılında Dünya Siyonist Teşkilâtı’na bağlı Enformasyon Dairesi’nin ibrânice yayın organı olan “Kivunim” de yer alan bir rapor işte bu sızıntıların en dikkat çekici olanıydı. “1980′lerde İsrail İçin Strateji” adını taşıyan bu rapor, İsrail’in bütün Ortadoğuyu kendi beka stratejisi icabı olarak nasıl şekillendirmek lâzım geldiğini gözler önüne koyuyordu. Ona göre 20. asrın başlarında Ortadoğu’daki devletlerin hududları İngilizler tarafından âdetâ cetvelle çizilmiş olup tamamen sunî bir mâhiyet arzetmekteydi. Mezkûr rapora göre ne Irak’ta bir ırak milleti, ne Suriye’de bir suriye milleti, ne Ürdün’de veya Mısır’da… bir millet olmanın icâbına göre tekevvün etmiş bir siyâsî câmiâ mevcud değildir. Bunlar kâh ırk ve kâh da mezhep itibariyle kozmopolittirler. Bu bölünme İsrail’in Ortadoğu’da tutunması maksadıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen bu hususta kâmil bir netice hâsıl olmak için bir kere daha tekrarlanmalıydı. Kısacası İsrail’in etrafındaki bütün devletler ki, buna Türkiye de dâhildir- yeniden birer ikişer ve bazı ahvâlde üçer yeni parçaya ayrılmalı, Osmanlı mirasında teşekkül etmiş olan devletçikler daha da ufalanıp İsrail karşısında mukavemet gücünü büsbütün kaybetmeliydiler. 1982 tarihli bu rapora rağmen, raporun mantığı 1975′ten itibaren fiilen tatbik sahasına konulmuştur. Küçücük Lübnan bu yahudi emeline ilk olarak muhatab olmuş ve onun beş bölgeye bölünmesi planlanmıştır: Hıristiyan Mârûnî, müslüman sünnî, müslüman alevî, dürzî vs. Henüz yaraları kapanmamış bulunan Lübnan iç harbinin derûnî sebebi bu yahudi emeliydi.
Bahsi geçen raporda komşu Suriye’nin de alevî-sünnî, kürt vesâir sûretle en az üçe bölünmesi plânlanmıştır. Bu kader aynen Irak için de mevzubahistir. O da kürt-sünnî ve alevî olarak parçalanacaktır.
Adı geçen rapor Mısır’ın nasıl bölüneceğini anlatırken daha önce diğer arap memleketlerinde vâkî olan bölünmenin bir domino tesiri icrâ edeceği ve bunun aynen Mısır’da, Sudan’da, Libya’da, hatta Libya’nın güneyindeki Çad’da nasıl vâkî olabileceği uzun uzun anlatılmıştır.
İsrail Devleti’nin bekası hesabına plânlanan bu parçalanmanın asıl ve ehemmiyetli mihrak noktası ve hedefi Türkiye’dir. Türkiye de kürtlerle bölünecek bu sûretle Türkiye’nin “arz-ı mev’ud” a dahil olan parçası bilâhare ve daha kolaylıkla yahudinin eline geçebilecektir. İsrail’in Kuzey Irak’taki kürt oluşumuna desteğinina asıl sâiki budur. Fakat İsrail kendisiyle hem-hudud olmayan Yemen, Sudan ve Çad gibi diğer arap memeleketlerinde dahî bölünmenin hangi usûl ve esaslara dayanarak gerçekleştirilebileceğini dakîk bir sûrette planlamış ve zikri geçen rapor üzerinde imal-i fikr eden ve onu geliştiren çeşitli raporlar ve eserler ortaya konulmuştur. (1)
Bugün ortalıkta dolaşan “Büyük Ortadoğu Projesi” aslında yahudinin bu emelini setretmek için ortaya atılmış ve mürevvici Amerika olarak gösterilmiştir. Hiç şüphesiz bu projede Amerika’nın da takip ettiği emeller mevcuddur. Fakat temel sâik İsrail’in bekası endişesidir ki, bu durum ileride anlatılmıştır.
Bütün bu anlatılanlar gerçekleşecek midir?!.. Bize göre hayır!.. Bunlar yahudinin kursağında kalmaya mahkûm birer hamhayaldir. Zira Kur’ânî bir hakikat olarak “Ve mekerû ve mekerallah. Vallâhu hayru’l-mâkirin” , yani “İnsanlar plân yapar, Allah’ın da bir plânı vardır. Muhakkak ki, eninde onunda Allah’ın plânı galip gelir.” Lâkin Allah’ın plânının, yani murâd-ı ilâhînin ne olduğunu bilmek biraz zordur. Bununla beraber imkânsız da değildir. Bugün Âlem-i İslâm kaç asırdır terâküm etmiş bulunan ihmalin doğurduğu istihkâkına kefâret teşkil etmek üzere bedel ödemektedir. Türkiye’deki başörtüsü zulmünden Filistin’de yarım asırdır devam eden mezâlime ve hatta bugün Irak’taki zulümlere kadar bütün olup bitenler İslam Âlemi çapında müslümanların istihkâkını tebdîle medar olacak bir kefâretten ibârettir. Bu kefâret üzerimizdeki celâlî tecellîyi cemâle inkılab ettirinceye kadar devam edeceğe benzer. Bu da uzak değildir. Zira herhangi bir müslümana sırf imanından ve bundaki ısrarında dolayı vâkî zulüm yalnız onun şahsî günahlarına değil; tekmil İslâm Âlemi’nin günahlarına kefâret teşkil eder. Zulüm ne kadar çoğalırsa müslümanların tecellî-yi ilâhîde kahırdan lutfa muhatab olmaları o kadar yakınlaşmış demektir. Şimdi de bu zikrettiğimiz delile munzam dellilerle önce Türkiye’nin, sonra da İslam Âlemi’nin murâd-ı ilâhî icabınca arzedeceği vecheyi bir nebze izah edelim.
B- Kader Perspektifinden Türkiye’nin Geleceği
Bütün Kâinât, bir tiyatro sahnesi gibidir. Onun içinde mevcud tekmil varlıklar da, bir senaryonun eşyası, dekoru ve kahramanları mesâbesindedir. Hepsi de kaderin me’muru ve mağlubudur. Âmil ve fâil oldukları veya mef’ul bulundukları vukuât ve şuunât (realiteler) da murâd-ı ilâhî, diğer bir tâbirle izn-i ilâhî çerçevesinde cereyan eder. Cenâb-ı Hakk’ı “müsebbibu’l-esbâb” yani sebeplerin sebebi, temel sebep bilmenin neticesi olan bu görüş, “cebriye”değildir. Zira cebriyede kul, irâde ve ihtiyâra sahip olmayan sâir mahlûkât derekesinde telâkkî olmaktadır. Halbuki zîşuur olan ins u cin, âriyet gibi iğreti de olsa cüz’î bir iradeye mâliktir. Hiç şüphesiz ilm-i küll sahibi olan Allah, bu cüz’î iradelerden ne sâdır olacağını mutlak bir sûrette bilir. Ancak, bunun ilm-i ezelî ile bilinmesi, bizi kul için bir“cebir” vâkî imiş gibi düşündürmektedir. Bunun sebebi de, insan idrakinin “zamanla mukayyed” olmasıdır. Halbuki, Allah katında zaman yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi olmadan evvel bilmesi, bizim olduktan sonra bilmemiz kadar kolay ve tabiîdir.
Nasıl, bir senaryoda onu, tasavvur, tahayyül ve tasnî eden kimse tarafından tesbit edilmiş bir ana fikir ve esas gaye mevcud olursa, bu Âlem’de de böylece bir temel maksad vardır. Vukuât, O, ilâhî olan gaye çerçevesinde ezelden ebede sebep-netice münâsebeti içinde sonsuz bir cereyan ve teselsüle me’mur olarak akıp gider. Ancak, bu akış, üstün bir me’muriyeti olan ins ü cin idraki ile kavranabilen ve kavranamayan bir takım temel kanun ve kâidelere tâbî kılınmıştır. İlâhî tâyinle gerçekleşen ve hep bâkî kalan bu kaidelere, biz bazen “meşiyyet-i ilâhiye” bazen da “tabiat kanunları”der, geçeriz. Bütün varlıkların bunlara -yoluna döşenmiş raylara tâbî olmak mecburiyetindeki trenler gibi- uymak zorunda bulunduğu bedâhât derecesinde bir gerçektir.
Eşyâ (şeyler) ve vukuâtın tanınması da bu kânun ve kâidelerin keşfi nisbetindedir. Bütün ilmî faaliyetler ise, bu keşfin hududlarını genişletmeye çalışmaktan ibârettir.
Şu temel görüş çerçevesinden bakıldığında, sayısız vukuât ve şuunâtın hay-huyu arkasında ilâhî tâyinle mevcud ve cârî, bütün âleme şâmil ve hâkim bir takım kânun ve kâidelerin mevcud olduğu görülür. Bunlardan biri de “ebedî zıtlık” ve bunlar arasındaki galebenin münâvebesi, yani daimî bir tahavvülât ve tebeddülâttır. İlâhî tecellî de bazen “celâl” ve bazen de “cemâl” e revaç vererek, bu mütemâdî değişikliğin asıl sebebini teşkil eder. Bundan dolayı, bu Âlem’de“bekâ” yalnız ve ancak Allah’a mahsustur.
Fizîkî ve tabiî hadiselerde olduğu kadar, sosyal ve beşerî faaliyetlerde de aynen vâkî olan şu keyfiyet, lâyıkı ile kavrandığı zaman, vukuâtın hikmetine nüfûz edebilir ve binnetice bir çok gereksiz telâş ve endişelerden kurtulmak imkânı doğar. Zira bu takdirde değişme seyrinin “celâl” den “cemâl” e mi, yoksa “cemâl” den “celâl” e mi olduğu kavranır. Murâd-ı ilâhî berraklaşır. Allah’ın takdirinin gerçekleşmesine hiçbir mahlûkun güç yetirebilmesi mümkün olmadığına göre, buna sa’y etmenin hacâlet ve sefaletine düşülmez. Sabır ve tevekkülün kemâline ulaşılır. Tecellî nöbeti “cemâl” de ise şükrün, “celâl” de ise sabrın bereket ve huzûruna nâil olunur.
Bununla birlikte şu gerçeğe de işaret edilmelidir ki, vukuâtın asıl sebebi olan murâd-ı ilâhî, bir tek vak’a veya vukuât zincirinin tek bir kesidinin müşâhedesi ile kavranamaz. Belli bir zaman parçası içerisindeki gelişme seyri takip ve tahlil edilmelidir. Zira, her türlü tahavvülât ve tebeddülâtta bir tedrîc kânunu cârîdir. Bu keyfiyet zelzele gibi ânî oluşlarda bile onların hazırlık safhasında yine bâkî ve cârîdir. Diğer taraftan bazen bir tecellînin zâhiri ile bâtını arasında fark da olabilir. Zâhiri “kahır” , bâtını “lütuf” veya bunun aksi olan hâdise ve oluşlar da az değildir. Bunları da zaman çözer!.. Bir eriğe, bir de cevize bakınız!.. Birinin kabuğu taş gibi sert, içi lezzetli meyvedir. Erikte ise bunun tam tersidir. Gündüzden geceye geçişte, karanlıkların âniden Dünya’mızı istilâ edemeyip tedrîcen ve perde perde gerçekleşmesi, bu Âlemdeki bütün tahavvülât ve tebeddülâta hâkim bir meşiyyet-i ilâhiyedir. Sabahleyin şafak sökmesi de öyle değil mi?!..
Bir de şu var ki, bu Âlem’in bir “dâr-ı imtihan” olmasını dileyen Cenâb-ı Hakk’ın asıl sebep olan zâtî irâde ve ihtiyârı -pek az istisnâ ile- mestur ve meknuzdur. Her şey zâhirde mahlûka kâbil-i izâfe bir takım esbâb ile gerçekleşir. Bunu bilen âkil ve ârifler, vukuâta röntgen gibi derinlere işleyen, ve böylece meknûz ve mestur olanı görebilen bir nazarla bakarlar.
Bu temel İslâmî gerçeklerin ışığında Türkiye’nin kısaca, önce geçmişine, sonra da geleceğine bir nazar atfedelim.
1- Geçmişe Bakış:
Türk Milleti’nin İslâm’dan önceki eski asırlarda fârik ve mümeyyiz vasfı harb, darb, cenk, cidâl, kavga ve cihangirliktir. Dünya’da en eski ve en büyük beşerî eser olan “Çin Seddi” bu gerçeğin fiilî bir şâhididir. Bu gün o geçmiş uzun asırların vukuâtına baktığımız zaman, bunun ilâhî bir tanzimle müthiş bir hazırlık, -tâbir câizse- antreman olduğunu görebiliriz. İçinde olsak bunu kavrayamazdık. Zira nefsânî gibi görünen o eski harb-darb faâliyeti sonraki “İslâm Müdâfîliği” için bir liyâkât kazanma safhası olmuştur. Bu artık bellidir. Tıpkı Arapların, İslâm’dan asırlarca evvel başlayan talâkât, belâgat ve edebiyat merak ve hevesleri ile Arapça’yı geliştirerek O’nu ilâhî irâdeyi istiâb edebilecek bir kemâle ulaştırmaları gibi… O eski Araplar da şiir yarışlarında nefes tüketirken, kaderin hesabından habersizdiler. Bu gerçekle, daha küçük çapta da olsa, kendi hayatında karşılaşmamış bir fert tasavvur olunamaz!..
Lütfu setredip saklayan kahra veya celâl içindeki cemâl tecelliye tarihten bir misal verelim:
Mâhud “Moğol İstilâsı” İslâm Âlemi’nin yakılıp yıkılmasına, medenî mâmûrelerin harabeye çevrilmesine sebep olan dehşetli bir kahır tecellisi idi. Zulüm denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Hulâgû tarihlerin rivâyetine nazaran, Hilâfet merkezi Bağdat’ta dînî ve ilmî eserleri kerpiç gibi kullanarak kendisine bir saray yaptırmıştı. Ancak bu müthiş kahır ve zulüm istilâsı, önüne katıp sürüklediği “Müslüman Türk” kitleleriyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması gibi mes’ud bir neticeye de âmil olmuştur. Böylece, zaafa uğramış İslâm Dünyası’na bir “tâze kan” olarak Türk unsurunun katılmasını sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’ni kurmuş olan “Kayı Han Aşireti” de bu sûretle Türkistan’ın “Mahan Bölgesi” nden çıkarak Batı’ya yönelmişti. İlk istikâmetleri an’anevî göç hedefi Cezîretü’l-Arab idi. Bu maksadla Sûriye’ye geçerlerken reisleriSüleyman Şah, Fırat Nehri’nde akıntıya kapıldı. Ayağının atın özengisine takılması yüzünden kurtulamayarak şehid oldu. Aşîret mâteme gark oldu. Süleyman Şah ‘ı Câber’de toprağa verdikten sonra, istikâmetlerinin uğursuzluğuna hükmederek geri dönüp Ahlat’a geldiler. Eğer Sûriye’ye gitselerdi, daha önceki bir çok Türk aşîreti gibi orada kaybolup gidecekleri muhakkaktı. Kiminle mücadele edip de yükseleceklerdi. Etraf hep müslümandı. Ama Ahlat’ta kendisine mürâcaat ettikleri Selçuklu Sultanı onlara yerleşmeleri için Söğüt ve Domaniç ‘i göstermişti. İhtimal buna da canları sıkılmıştı. Zira sürüleriyle bütün bir aşîret takriben bin kilometre bir mesâfeyi kat’etmek mecburiyetinde kalmıştı. Halbuki, önü küffâr olan bu mıntıkada onların cihad gayret ve kâbiliyetlerine -sevk-i kaderle- engin bir saha açılmış oluyordu. Bu kahrın içine saklanmış bir lütuftu. Meknuz ve mestur bir murâd-ı ilâhî idi.
Diğer taraftan Söğüt’e yerleşen Kayı Han Aşireti’nde arka arkaya on lider ( Osman Gazi ‘den Kânûnî ‘ye kadar) dehâ üstü birer şahsiyet olarak tarih sahnesinde mes’ud ve muhteşem rollerini oynamışlardır. İnsanlar evlâdlarının karakter ve kâbiliyetlerini te’min husûsunda bir imkân sahibi değillerdir. Âlimden zâlim doğduğu az görülmüş bir vak’a değildir. Demek ki, kader onları yükseltmeyi murâd edince, her cihetle kendilerine yâr ve yâver olmuştur. Kader yâr ve yâver olunca, bir meziyet bin meziyet kadar randıman sağlarken, bin kusur, belki bir kusur kadar rol oynayabilir. Tıpkı akıntı istikâmetinde yol alan bir kayık gibi… Bir kürek çekmekle, akıntının sür’atine bağlı olarak icabında on kürek çekmiş kadar mesafe kat’edersin. Fakat gidişin akıntıya ters ise, netice bunun aksi olur. İşte beşerî irâdelerin, kadere tevâfukunda böyle müthiş bir bereket mevcuddur. Osmanlı’nın yükseliş hengâmında O’nu ihâta eden hâricî şartların zâtî irâde ve imkânlarından fazla rol oynadığı tarihin sayısız şehadeti ile sâbittir.
Yükselişte olduğu gibi çöküşte de bu kadere ve daha emin bir tâbirle murâd-ı ilâhîye paralel veya ters düşmenin müsbet ve menfî tezâhürleri için söylenecek söz ve verilecek misâl sonsuzdur. Biz burada bu kadarla iktifâ ederek, biraz da geleceğimize atf-ı nazar etmek istiyoruz.
2- Geleceğe Bakış
Bir devlet, üç esas ile büyük ve âlemşümûl bir karakter kazanabilir.
• Âlemşümûl bir mefkûre
• Geniş ve stratejik imkânları hâiz bir ülke
• Kemiyet kadar keyfiyeti de olan büyük bir nüfus
Târihte âlemşümul bir devlet (süper güç) olabilmiş bulunan her topluluk bu üç rüknün, üçüne de mutlaka sahip olagelmiştir. Biz de öyle idik. Bunların hepsini de iç ve dış düşmanların âhengli mesâileri sonunda kaybederek bugünkü mefkûresiz Türkiye hâline getirildik. Burada şu küçülüşün sebepleri veya gerçekleşmesine dâir hiçbir tafsîlâta girişecek değiliz. Bu, olmuş bitmiş bir vâkıadır. Çok değil, bir insan ömrü kadar, yani yetmiş-seksen sene evvel vatanımız onüçmilyon kilometre kare idi. Bugün sekizyüz bin bile değildir. Küçülüşün her mes’eledeki tecellîsi de bu ölçüdedir. Ancak gidiş nereyedir?!.. Mühim olan hâl değil, istikbâldir!!.. Onu tayin edecek husus da zaman ve vukuâtın seyrine hâkim olan murâd-ı ilâhînin vasfıdır. Acaba vukuât, celâlin mi, yoksa cemâlin mi galebesi istikâmetinde bir seyir takip etmektedir?! İşte bu muammâyı çözmek için yine belli bir zaman parçası içindeki gelişmenin tahlili îcâb etmektedir. Zira murâd-ı ilâhînin keşfi, ancak bu sûretle mümkün olabilmektedir.
Bazılarına göre manzara karanlıktır. Mehdi -aleyhisselam- gele ki, işler düzele!… Biz böyle düşünmüyoruz. Bilâkis, İslâm Tarihinin en parlak devrinin önümüzde olduğuna kânîiz. Hele biraz durun bakalım, “Batı Roma’nın Fethi” bize sahih bir hadîs-i şerif ile müjdelenmiş değil midir? Hâmile bir kadının ağrıları, vaz’-ı hamletmeden az önce hadd-i a’zamîye ulaşmaz mı? Gecenin karanlığı en yüksek dereceye ulaştıktan sonra dönüş başlayıp perde perde şafak sökmez mi?! Her kemâli bir zevâl, her zevâli bir kemâlin takip etmesi bu âlemin temel kanunlarından biri değil mi? O halde, sizi bedbinleştiren, menfîliklerin kemâle ermiş, zevâl vaktinin gelmiş olmasıdır. Sevinsenize!..
Bu değerlendirmeyi biraz da kısaca ictimâî vukuât üzerinde tahlil edelim.
İslâm’dan inhirâfın tarihi epeyce eskidir. Ancak su yüzüne çıkışı ve resmî bir görünüş arz etmesi 1839 “Tanzimat Fermânı”yladır. Bu menfî gelişme bilâhare kemâle ermiş (1924) ve bu da 1945 yılında çok partili hayata geçişle dönüş safhasına intikal etmiştir. Dünya siyâsî hâdiselerinin zorlamasıyla başlamış olan bu yeni devrin bâriz husûsiyeti gittikçe hızlanan bir tempo ile mü’minlerin toparlanmakta bulunmasıdır. Bunda dost-düşman herkes müttefiktir. Peki ama, bu gelişme, Türkiye’nin kendi benliğine dönmesini ve mevcud menfîliklerin altından kalkabilmesini te’min edecek bir kifâyette midir? Bunu anlayabilmek için, şu gelişmenin -yukarıda zikri geçen- üç esasa aks edişini bir nebze inceleyelim.
a) Âlemşümûl Mefkûrenin Geri Gelişi
Bizim için büyük devlet olmanın birinci şartı olan mefkûre; tabiî olarak İslâm ‘dır. Çünkü O’nun bizi -her şeye rağmen- yok edilememiş bir alt yapısı mevcud olduğu gibi, zâtî muhtevâsının da matlub neticeyi hâsıl etmeye kifâyeti târihî vukuât ile sâbittir. Ancak O’nun ülkemizde son elli yıl içinde arz ettiği diriliş ve canlanış sür’ati, beşerî irâde ve gayretlerle izah edilemeyecek bir derecededir. Bu da bizim gibi zayıf mü’minlerin mesâilerinin kadere tevâfukundan doğan bir berekettir. Gerçekten, kaderin, -akıntı istikâmetinde ilerleyen kayık misâlinde olduğu gibi- yâr ve yâver olmasından gayri bir sebeple izah edilemeyecek olan şu keyfiyet için size bir mukâyese arz etmek istiyoruz. Tek aşına bu misalin iddiamızı isbata yettiğini ibretle göreceksiniz.
1920 yılında İstanbul düşman işgali altına düşmüştü. İşgal kuvvetleri kumandanlarından biri de Fransız Generali Franse D’Espere idi. Bu zât Fâtih Hazretleri ‘ni taklîden İstanbul’da beyaz bir at ile dolaşmak hevesine kapılmıştı. Lakin bunu nerede yapmalıydı ki, ahâli O’nu alkışlasın!.. Levanten muhiti olan Beyoğlu’nu seçti. Tünelbaşı’nda beyaz bir ata binerek Taksim girişindeki Fransız Konsoloshânesi’ne kadar yürüdü. Beyoğlu esnafı o zaman ekseriyetle rumdu. Rum esnaf, Yunan bayrakları ile donatılmış Beyoğlu’nda Franse D’Espere ‘yi:
“-Zito Venizelos !..” diye bağırarak alkışladı.
Venizelos , o günkü Yunan Başbakanı idi. Bu da “Yaşasın Venizelos!” demekti. Bu durumdan müteessir olan bir Müslüman matbaaya koşup bir İstanbul haritası bastırdı. Bunun üzerinde, mevcud câmileri küçücük sembollerle göstererek bunlara sıra numarası verdi. Altına cetvel halinde bu numaraları sıralayarak karşılarına câmilerin adlarını yazdı. Bu sûretle numaralanmış İstanbul Câmileri bu haritada dokuz yüz otuz küsurdur. Yani bin bile değil!.. Unutmuş olabileceği birkaç küçük câmi ile bu rakamı bin kabul edebiliriz. Haritanın üzerine yazdı ki,
“-Bu şehir kimindir?”
Altında bu soruya yine kendisi cevap verdi.
“-Bu eserler kiminse, bu şehir onundur!..”
Bununla bu şehri biz vatan yaptık, O’nu millî ve dînî eserlerle bezedik, demek istiyordu. Gizlice bunu, Franse D’Espereve Rum şarlatanlarını protesto makamında apartman kapılarından içeriye attırdı.
1920 ‘de bizim İstanbul’daki ikaametimiz 467 sene likti. Bu zaman zarfında, O imanlı insanların fevkalâde gayreti ve cihad serveti ile İstanbul’da inşa ettikleri câmî takriben bin (biraz daha az bile!) imiş. Halbuki 1950′den günümüze kadar şu beğenmediğimiz zayıf müslümanların inşa ettiği câmi adedi iki bin beş yüz dür!.. Zaman 467 yılın onda biri kadar bile değil!.. Onda bir kabul etsek, Osmanlılar’dan 1920′de 25.000 câmî mevcud olması gerekirdi ki, arada bir denge olsun!.. Halbuki bin câmî varmış. Demek ki, bizim mesâimize Cenâb-ı Hakk ecdaddan en az yirmi beş kat daha fazla bereket ihsan ediyor. Buna İmam-Hatip Liseleri ve Kur’ân-ı Kerîm dershanelerini ekleyerek düşünün! Nasıl, kader bize yâr ve yâver değil mi imiş?!… Sevk-i kaderle, akıntı bizim kayığın seyri istikâmetinde değil mi imiş!…
Sakın bu netîceyi betonarmeyle inşaatın kolaylığıyla izâha kalkışmayınız. Zirâ betonarme keşfedilmiş olmasından doğan kolaylığa mukaabil bu zamanda câmi yapımına meyletmeyi imkânsızlaştıracak derecede mânevî mâniler mevcuddur. Lehte ve aleyhteki faktörler mîzan edilse bu devirde aleyhte faktörlerin galebesi herkesçe ve kolayca kabul olunabilir. Anlayana bu bir tek misâl kâfîdir.
b) Geniş ve Stratejik Bir Ülke
Biz tarihte ilk defa 1774 “Kaynarca Muâhedesi” ile büyük ölçüde toprak kaybettik. Kaynarca millî tarihimizde bir dönüm noktasıdır. O tarihten sonra tam iki yüz yıl hep verdik. Kayıplarımızdan bir taş bile alamadık. Tâ ki, 1974 Kıbrıs Harekâtı ‘na kadar!.. Bu tâlih ilk defa 1974′de değişti. Değişti ama nasıl?! Tamamen sevk-i kaderle!.. Şöyle ki:
En büyük ölçüde arazi kaybına uğradığımız Harb-i Umûmî nihayetinde kurulan bugünkü devletimiz, Avrupa karşısında iddiasız ve tâbî bir siyâset tâkibini kendine temel prensip ittihaz etmişti. Bu sebeple Lozan’da gayr-ı tabii hududlara râzı oldu. Kıbrıs ‘ı İngilizler’e, Oniki adayı İtalyanlar’a, diğer bir çokları ile birlikte Antalya’nın önündeki Meis Adası’nı bile Yunanlılar’a terke râzı oldu. “Millî Mîsak” a dahil olan Batum ‘u Ruslar’a, Musul ‘u İngilizler’e, Batı Trakya ‘yı Yunanlılar’a vermekte bir beis görmedi. Bunları kurtarma imkânlarını, sonradan kurcalamayı da Avrupalılar’ın te’dîbinden korkarak büyük bir cürüm saydı. 1944′de Rus esiri kardeşlerimizi hatırlatan bir iki mâsumâne yazıdan dolayı memleketin bir çok münevverini tabutluklarda inletti.
İngilizler, İkinci Cihan Harbi sonunda bazı müstemlekelerini ve bu arada Kıbrıs ‘ı terk kararı alınca Türkiye burayı dâvâ etmedi. Fakat bizim dışımızda zuhûr eden iki müessir Türkiye’yi Kıbrıs’a sahip çıkmaya zorladı. Bir günlük gazete, sahibinin şahsî bir mes’elesi dolayısıyla Rum düşmanı oldu ve Kıbrıs’ı diline dolayarak O’nun hakkında her gün yazı yazdı. Böylece halkın reyine tesir edeceğinden Türk siyâsîleri Kıbrıs karşısındaki bîgâneliği terke mecbur kaldı.
İkinci mes’ele ise, Rumlar sabırsız davrandılar ve asıp keserek Türkleri yok etmeye başladılar. Teennî ile hareket etseler, Kıbrıs Türkleri’nin Türkiye ve İngiltere’ye hicretini sağlayabilirlerdi. Bu takdirde kimsenin de sesi çıkmazdı. Ama Rumlar’ın Türkleri katliâm etmeleri Dünya’ya yayıldı. Türkiye artık bunu duymamazlıktan gelemedi. Yine de havanda su dövmeye devam edecekti. Fakat Nicos Sampson adında bir Rum komünisti bir ihtilâl yaparak Makarios ‘u devirdi. Kıbrıs, Küba gibi olacaktı. Amerika, Akdeniz’de bir çıbanbaşı istemedi. Bu yüzden Kıbrıs Harekâtı’na yeşil ışık yakıldı. Bakınız nasıl, bizim dışımızdaki sebepler, Türkiye’yi mecbûrî bir yola sokuyor. Musul da aynı cinsten bir oluşa namzettir!.. Batum ve Batı Trakya da!..
Hele Rusya’nın yıkılışından sonra doğan imkânları burada tahlil etmek mes’eleyi gereğinden fazla uzatacağı için sarf-ı nazar ediyoruz.
Fakat bununla Türk ve İslâm Âleminin yükselişte çok büyük bir dönüm noktası olduğunu kabul etmek gerektir.
Demek ki, ikinci rükun olan, ülkede de 1974′ten sonra matlub şekle dönüş vetiresi başlamıştır.
c) Nüfus
Bir devleti büyük ve âlemşümûl kılan unsurlardan biri de nüfustur.
1520 ‘de Kânûnî Sultan Süleyman tahta geçtiği zaman, ülkemizin yüzölçümü on üç milyon kilometre kare idi. Bu arazide yaşayan nüfus, müslim- gayr-i müslim kırk milyondu.
Takriben dört yüz yıl sonra bu nüfus ancak altmış milyon olabilmiştir. Hakikaten Birinci Cihan Harbi’ne tekaddüm eden günlerde devletin yüzölçümü yine onüç milyon kilometre kareydi. Kânûnî’den sonra yirmidört milyon kilometre kareye çıkmış, sonra azalarak tekrar aynı miktara inmiş bulunuyordu. Demek ki, Kânûnî devrinden beri, dört yüz yılda bu kırk milyonluk nüfus, yüzde ellilik bir artışla, ancak altmış milyon olabilmiştir. Halbuki Yunan Harbi’nden sonra elimizde kalan yediyüz seksen bin kilometre karelik bir vatan parçasında ancak on milyonluk bir nüfus yaşamaktaydı. Hem de üst üste devam eden harplerde yıpranmış, ekseriyeti kadın, çocuk ve ihtiyarlardan mürekkepti. Bu gün bu nüfus yetmiş milyondur. Demek ki; yüzde yediyüz nisbetinde bir artış göstermiştir. Hem de dört yüz senede değil, seksen senede!…
Buna bir de şu gerçekleri ekleyerek düşünmek gerekir. Kânûnî devrinde hayat daha ucuzdu. Birden fazla kadınla evlenme nisbeti daha fazla idi. Nüfusun artışını önlemek üzere doğum kontrolü gibi bir ihânet de mechuldü.
Şu sebepler muvâcehesinde Türkiye’nin seksen yıldır arz ettiği nüfus dinamizmini, aklen ve mantıken izah mümkün değildir. Bu durum şuna benzer, köpekler senede iki sefer doğum yaparlar, her seferinde sekiz, on tane doğururlar. Koyunlar ise, senede bir kere doğururlar. Nâdiren iki sefer doğururlar. Ömür itibariyle de ancak köpekler kadar, yani on, onbeş sene yaşarlar. Koyunlar akşam sabah kesilip, yendiği halde köpekler böyle bir katliâma da mâruz değillerdir. Buna rağmen dağlar koyun sürüleriyle doludur. Hani köpek sürüsü!.. Bunda bir kader sırrı mevcuddur. Tıpkı nüfusumuzun dört yüz sene boyunca ancak yüzde elli artmasına mukâbil 1920′den günümüze kadar yüzde yediyüz artmış olması gibi…
Bu bahsi bitirirken Türkiye’nin hem geçmişine ve hem de geleceğine şâmil bir sûrette telakkîye müsteîd olan Kur’ânî bir kıssaya temâs etmek istiyoruz. Hemen hemen herkesin bildiği bu kıssa, Mûsa -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm- arasında geçmiş olan vak’adır. Önce mâlûmâtımızı tazelemek kabîlinden kıssayı anlatalım ve sonra da bunun bir şablon gibi Türkiye’nin, hem geçmişine ve hem de geleceğine tetâbukunu îzah edelim.
Mûsa -aleyhisselâm- Hızır -aleyhisselâm- ile arkadaşlık etmek istedi. Peygamberler Allah’ın bildirdiğini bilebilirler.Hızır -aleyhisselam-‘a ise Dünya’nın sonuna kadar ömür verilmiş ve Ona “ledün ilmi” ihsan edilmiştir. Bundan dolayıHızır -aleyhisselâm-, Mûsa -aleyhisselâm-‘a kendisi ile arkadaşlık yapamayacağını, zira bazı hareketlerinin O’na ters geleceğini söyledi. O da böyle hallerde kendine bir suâl sormamak va’dinde bulundu. Böylece arkadaş olup, bir yola girdiler. Önlerine bir nehir veya göl geldi. Karşıdan karşıya geçmeleri için orada hazır bulunan ihtiyar bir kayıkçıya ricâda bulundular. Kendisine verecek paraları olmadığından, bu kayıkçı, onları rızâ-yı Bârî için karşıdan karşıya geçirdi. Akşam karanlığı bastırmak üzereydi. Kayıkçı yolcularını indirdikten sonra kayığını kıyıya çekmeye uğraşırken Hızır -aleyhisselâm- orada bir miktar oyalandı. Kayıkçı evinin yolunu tutunca da onun köhne kayığını, kocaman kaya parçalarıyla kırıp sakatlattı. Bu hâdiseyi seyreden Mûsa -aleyhisselâm- canı sıkıldı. Söz vermiş olmasına rağmen i’tizâr ile Hızır -aleyhisselâm-‘ın bu yaptığının sebebini sordu. Çünkü kendilerini bilâbedel karşıya geçirerek iyilik etmiş olan bu ihtiyarın kayığını böylece sakatlatmak akla, mantığa aykırı ve zâhir hâle nazaran yakışıksızdı.
Hızır -aleyhisselâm-, Mûsa -aleyhisselâm-‘a kendisine sual sormamak husûsundaki taahhüdünü hatırlatmakla beraber, durumu izah etmekten geri kalmadı ve:
“-Birkaç güne kadar bu beldede harb çıkacak. Hükümet “Bana lâzımdır” diyerek milletin elindeki atı, arabayı ve kayıkları kendine alacak. Buna “tekâlif-i harbiye” derler. Tekâlif-i Harbiye heyeti, bu kayığın başına geldiği zaman onu, şu sakatlığından dolayı beğenip almayacak. O da böylece ihtiyar kayıkçıya kalmış olacak. Kendisi bunu alâkülli hâl tâmir edip işine devam edebilecek. Bu adamın yetim torunları vardır. Onlara bu kayığın geliriyle bakmaktadır. Hem bu yetimlere bir iyilik olsun ve hem de ihtiyarın bize karşı hareketine bir karşılık teşkil etsin diye kayığı sakatlattım”dedi.
Yollarına devam ettiler. Ve güzergâhta bir köye misafir oldular. Köyde bir âile kendilerini misafir etti. Îzâz ve ikrâmda bulundu. Sabahleyin çıkıp giderken köy meydanında oynayan çocuklar arasında, bu âilenin oğullarını gördüler. Hızır -aleyhisselâm- kendilerine bunca iyilik etmiş olan bu hayırsever âilenin çocuklarının kafasını kopartıp onu öldürdü.
Mûsa -aleyhisselâm- Hızır ‘ın bu tavrı karşısında yine darlandı. Binbir i’tizâr ile bu yaptığının sebebini sordu. Hızır -aleyhisselâm- Ona vaadini hatırlatmakla beraber yine de sualini cevaplandırdı ve:
“-Bu çocuk çok şerîr bir insan olacaktı. Bize iyilik etmiş olan o âile bu çocuk yüzünden rezil rüsvay olacak ve çok ızdırab çekecekti. Onu öldürerek kendilerini büyük bir belâdan kurtardım. Gençtirler; başka çocukları da olur. Hayatları boyu ızdırab çekmektense bu çocuğun ölümünden dolayı birkaç gün ağlayıp sızlamaları çok daha ehvendir.”dedi.
Yollarına devam ettiler. Bir köyden geçiyorlardı ki, o köyün halkı çoluk çocuk büyük küçük kendilerini taş yağmuruna tuttular.
“-Hırsızlar, uğursuzlar, köyümüze niye geldiniz? Defolun!” sayhalarıyla tehdidler savurdular. Bu esnâda Hızır -aleyhisselâm- o köyde yıkılmaya yüz tutmuş olan bir bahçe duvarını alelacele taş yağmuru altında tamir edip düzeltti.
Mûsa -aleyhisselâm- son olarak bu yaptığının da sebebini izah etmesi talebinde bulundu ve hakîkaten Hızır ‘ın işlerine akıl sır ermeyeceği düşüncesiyle, bu noktada birbirlerinden ayrılmalarını kabul etti. Hızır cevâben dedi ki:
“-Senin de gördüğün gibi bu köyün halkı şerîr insanlardır. Burada iyi bir insan vardı. O da öldü. Parasını bu şerîr lerin eline geçmesin diye o duvarın arkasına saklamıştı. Duvar yıkılmaya yüz tutmuş olduğundan saklanmış olan para neredeyse meydana çıkacak ve bu kötü insanların eline geçecekti. Halbuki o adamın yetim çocukları vardır. Bunlar henüz çok küçüktürler. Bu şerîr lerle mücadele ederek babalarının parasına sahip olamazlar. Duvarı tâmir ettim ki, o yetimler büyüyüp güç kuvvet kazanıncaya kadar para saklı kalsın!”
Bu kıssa, Türkiye’nin gerçekleri muvâcehesinde değerlendirilince ortaya şu durum çıkar:
Hızır ‘ın sakatlaşmış olduğu kayık, aziz vatanımız Türkiye ‘dir. Avrupa Birliği bir “Tekâlif-i Harbiye” heyeti gibi onun başında durmuş, kendisini gasbedip yutmak istiyor. Lâkin o da ihtiyar kayıkçının kayığı gibi devralmak hususunda câzip görünmüyor. Bunun sebebi Türkiye’nin 200 milyar doları aşan iç ve dış borçları ile 15-20 milyon işsizi vesâir buna benzer sebeblerdir. Onu bu hâliyle devraldıkları takdirde başlarına belâ olacağını düşünüyorlar. Bu vatanın sahibi olan milletimiz de o ihtiyarın yetimleri mesâbesindedir. Kayığını gasb olmaktan kurtarabilirsek, düzeltip yolumuza devam edebiliriz. İhtiyarın kayığını Hızır , bizim kayığımızı ise Allah sakatlatmıştır. Siz Türkiye ‘yi AB için câzib olmaktan çıkaran borç, işsizlik.. vesâireyi birtakım beceriksiz idarecilerden bilebilirsiniz. Lâkin onlar, kaderin me’mûru ve mağlûbu olduklarını bilmeden doğru yapıyorum zannederek bu neticeye ulaşmışlardır.
Kıssadaki ikinci nokta da Türkiye ‘nin geçmişine ve geleceğine aynen mutâbıktır.
Ahlâkî ve îmânî bozulma, Osmanlı’nın son zamanlarında başlamıştı. Bu o günkü Dünya şartlarının -az çok- tabiî bir neticesiydi. Bir lâğım patlarcasına bu keyfiyette daha sonra görülen fezeyân (taşma), Osmanlı devam etseydi dahî -bu kadar olmasa bile- yine vâkî olacaktı. O zaman bütün bu seyyiât İslâm’ın itibarına zarar verecek ve sanki Onun tatbikâtının tabiî bir neticesi gibi görünecekti. Yâhud da en azından onun bu ahlâkî tereddîyi önleyemediği yolunda bir düşünce revâç bulacak ve bundan da o muazzez dâvâ itibar bakımından zarar görecekti. Bunu şöyle bir misalle anlatabiliriz:
Köylerde gençlerin bir “güveyilik elbiseleri” olur. Düğünden sonra bu elbise saklanır, normal günlerde giyilmez. Ancak şehre inildiğinde hatırlanır. Böyle bir kimse güveyilik elbiselerini giyinerek, büyük bir şehirde ameliyat masasına yatmak için hastaneye müracaat etse, ona bu mûtenâ elbiseyi çıkarttırıp âdî bir pijama giydirirler. Çünkü ameliyat neticesinde kendisinden kan, irin, cerahat boşalacak ve giydiği elbise bunlarla kirlenecektir. Kıymetli bir elbisenin bu sûretle kirlenmesi mâkul görülmez. Pijama ise, iş bitip akıntı kesildikten sonra atılabilir. Bunda bir beis yoktur.
Türkiye ‘de de aynen böyle olmuştur. Ahlâkî tereddînin -mikrop almış bir bünye gibi- yakın bir gelecekte bir mânevî ameliyatı îcâb ettireceği gerçeğinden dolayı, Cenâb-ı Hakk İslâm’ı ref’ etmiş, onun yerine bugün herkesin müştekî olduğu şu düzen teessüs etmiştir. Artık dehhâmeleşen yolsuzluk ve ahlâksızlıklardan İslâm mes’ûl değildir. Çünkü O, iktidar da değildir.
Her türlü seyyiâtın bu bozuk düzene izâfesi istisnâsız bir temâyüldür. Hatta kötülükleri yaza yaza defterler dolduğu için olacak ki, yakın bir geçmişte Tansu Çiller -sevk-i kaderle- “yeni ve beyaz bir sayfa açtığını” söylemiştir. O sayfa ve sayfalar da hortumcuların mârifetleriyle kısa zamanda sonuna kadar lebâleb dolmuş bulunmaktadır.
Bu arada mü’minler, günahlarının kefâretini teşkil edecek eziyet çektikten sonra -murâd-ı ilâhî iktizası olarak- sebepler zuhûr edecek ve ameliyat öncesi gardroba kapatılmış güveyilik elbisenin taburculuk gününde çıkartılıp giyilmesi nev’inden bir tecellîye şâhit olacaktır ki, bugünler o günlerin arefesi mesâbesindedir.
Kıssamızın üçüncü kısmı da aynen Türkiye gerçeklerinin bir fotoğrafı gibidir. Kıssadaki ölmüş iyi insan, Osmanlı ve bizim cedlerimizdir. Bizler de onun geride kalmış yetimleri gibiyiz. Henüz malımıza sahip olacak dirâyet noktasına kadar gelişmemizi tamamlamamış bulunduğumuzdan Allâhu Azimüşşân ülkemiz üzerinde “Settâr” sıfât-ı ilâhiyyesi ile tecelli etmektedir. Bu hulâsatan şu demektir:
Türkiyemiz, aslında çok zengindir. Fakat bu zenginlik, kıssamızdaki duvar altına saklı hazine gibidir. Bunu saklayan duvarı isimlendirmek gerekirse, ona “güvensizlik” diyebiliriz.
Türkiye, 70-80 milyon nüfusuyla Amerika ‘nın takrîben üçte biri kadardır. Amerika’yı üç parçaya ayırarak, Türkiye’yle eşitlesek; o parçaların her birinde halkın elindeki dolar, Türkiye’deki kadar yoktur. Üstelik dolar, Amerika’nın millî parasıdır. Mark vesâir paralar için de durum aynıdır. Şu farkla ki, o ülkelerdeki dolar vs. paralar iktisâdî hayata dâhil ve müessir olduğu halde, Türkiye’dekiler yastık altındadır. Bunun sebebi, Türk halkının kendisini idâre edenlere karşı duyduğu güvensizliktir. Bir Almanın cebinde bir tek dolar bile olmaz. Niye olsun ki!.. Çünkü kendi parasına güveni vardır. Doları Amerika’ya seyahat edecekse gider bankadan alır. Bunun manası Almanya ‘ya giren her doları devlet satın alır. Halk buna itibar etmez. Devletin satın aldığı dolarsa, markın (şimdi euro’nun) değerini takviye eden bir faktördür.
Altın için de durum aynıdır. Bir Alman’ın olsa olsa altın bir evlilik yüzüğü vardır. Alman kadınları, bizim gelinlerimiz gibi boğazlarına liraları dizseler, kollarını bileziklerle donatsalar; kocaları onları bir psikiyatrist doktora götürür. Bunun manası da, ülkeye giren her gram altının devlet tarafından satın alınması ve Alman parasının takviyesine medâr olmasıdır.
Buna ilâveten Türkiye’nin “stratejik madenleri” ni de zikretmek lazımdır. Ülkemizde bilfarz petrol beş bin metre derindeyse, biz onu -düşman telkin ve te’siriyle- üç bin metrelik sondaj makineleriyle arayıp durarak vakit kaybediyoruz. Bu bir kader plânıdır. Çünkü mü’minlerin toparlanmak için zamana ihtiyacı vardır. Onlar bir defa derlenip toparlanarak ülkeye sahip oldukları gün, halkımızla devletimiz arasındaki güvensizlik duvarı yıkılacak dövizler, altınlar işe yarar bir vasata kavuşacaktır. Aynı şekilde toprakların derûnundaki kıymetli madenler de gün yüzüne çıkacaktır.
İlâhî plânı kavramak istîdâdında olmayanların, bütün bu oluşları, Ali’nin Veli’nin zaaflarıyla izah etmeye çalışmaları bir kör döğüşünden farksızdır. Bize düşen vazife, mâruz bulunduğumuz zulümlere sabır ve tevekkülle katlanarak; bunun kendimizin ve babalarımızın günahlarına kefâret teşkil edeceği güne kadar, -kemmiyet ve keyfiyet itibariyle- hazırlığımızı ikmâl etmektir. Zira o dönüm noktasına hazırlıksız yakalanmak da bir başka vebâli ve çileyi mûcip olabilir.
C-Kader Perspektifinden İslâm Âlemi’nin Geleceği
a-Büyük Ortadoğu Projesi
Bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla ortaya atılan dâvâ aslında “İslâm Âlemi Projesi” dir. Bu keyfiyet muhtevâsında Uzakdoğu’daki müslüman memleketlerinden Fas’a kadar pek çok ülkenin mevcud olmasıyla sâbittir. Peki öyleyse neden “İslâm Âlemi” adı yerine “Ortadoğu” sözü kullanılmaktadır. Bu, sadece ve sadece yahudi emellerini setr içindir. İslâm Dünyası’na yeni bir şekil vermek istenmesinin yahudi siyâsî emelleri ve İsrail’in geleceği kadar Amerika’nın müstakbel menfaatleri de rol oynamaktadır. İsrail’in İslam Dünyası’na kendi bekasını sağlamak maksadıyla vermek istediği şekil, bütün müslüman devletleri üçe-beşe bölerek gelecekte hiçbirinin kendisi için bir tehlike arzetmemesi olduğunu daha önce bir nebze izah etmiş bulunmaktayız.
Amerika’nın menfaati ise bu âlemin tabii kaynaklarını istismardır. Şöyle ki, Dünya’da günde seksen milyon varil petrol tüketilmektedir. Bunun dörtte biri Amerika tarafından tüketildiğine nazaran o en büyük petrol müstehlikidir. İstihlâk eylediği petrolün ise ancak on iki milyon varilini çıkarabilmektedir. Bu petrol üreticileri arasında rekor olmakla beraber Amerika yine de “petrol fakiri” dir. Günde beş buçuk milyon varil petrol çıkaran Suudî Arabistan, bunun kendisi yüzden birini bile istihlâk edemediğinden “petrol zengini” sayılmaktadır. Amerika’nın ise günlük sekiz milyon varil dışarıdan satın almak mecbûriyetinde olmaktadır. Bu miktar on yıl içinde on milyon varilin üztüne çıkacaktır. Zira bir çok kuyularında petrol tükenmeye yüz tutmuştur. Amerika, Suud petrolunü “Aramko” adıyla kurduğu bir şirket mârifetiyle çıkartmakta ve bu petrolün yüzde ellisini çıkarma külfeti mukabilinde bedelsiz alabilmektedir. Diğer müslüman memleketlerinde de aynı durumu gerçekleştirmek istemektedir. Bugün onun Saddam Hüseyin ‘i bahane ederek Irak’a girmesinin sebebi budur.
Afganistan’a yerleşme sebebini ise yukarıda izah edildiği üzere Çin ve Hindistan’ı kontrol altında tutabileceği bir üssü’l-harekeye sahip olma ihtiyacıdır. Buna ilâveten o ülkede mevcud bulunan ve yeni keşfedilmiş olan “pallatyum”adlı stratejik madeni ele geçirmektir. İsrail’in İslâm Âlemi üzerindeki plan ve düşüncelerinin yukarıda zikredilen sebeplere ilâveten bir de su ihtiyacına bağlı olduğunu burada ehemmiyetle tebârüz ettirmek gerekir. Gerçekten gelecekte Ortadoğu’da su ihtiyacı artan nüfus muvâcehesinde –daha da çoğalacak ve bu durum bilhassa İsrail için hayatî bir değer kazanacaktır. Bugün onun Golan Tepeleri’nden sağlayabildiği içme suyu tamamıyla kifâyetsiz olduğu gibi çölü yeşertmek gâyesiyle giriştiği teşebbüsler de suya olan ihtiyacını her an arttırmaktadır.
Amerika’yı nice zamandan beri kendi siyâsî emellerine mâhirâne bir sûrette kullanmış olan İsrail, Amerika’nın petrol ihtiyacını bu devlet için bir yem gibi kullanarak onu kendi emellerine paralel bir mevkîye sevkedebilmiştir. Tıpkı 19. asır nihâyetinde İngilizlere yaptığı gibi.. Fakat Amerika, girdiği her Ortadoğu memleketinde bir bünyeye dâhil olmuş yabancı unsur gibi telakkî edilip tevâlî eden yanlışları sebebiyle “Çirkin Amerikalı” hüviyetiyle arz-ı endâm edince emellerine re’sen ulaşmak yerine bir vâsıta aramak mecbûriyetini hissetmiş ve bunun için de Türkiye’yi bulmuştur. Yahudi siyâsî emelleri icâbı olarak bölünmüş olan İslâm Âlemi’ni daha da bölünmüşlüğe müncer olsa bile bir “ağabey”vâsıtasıyla tek elden güdümüne almak ihtiyacı Amerika için an-be-an artmaktadır. Girdiği her yerde istenmeyen bir müstevlî mevkiine düşmekten kurtulamaması, bu ihtiyacı gittikçe vazgeçilmez hâle getirmektedir. Bu sebeplerdir ki, Türkiye’yi onun tarihî mirasını kullanmak sûretiyle bu iş için bir “taşeronluk” a imâle etmeye çalışmaktadır. Son günlerde Türkiye’de laik ve kemalist bir düzen yerine “ılımlı İslâm” adıyla vâkî olan telkinlerin derûnî sebebi budur. Zira laik ve kemalist bir Türkiye, Âlem-i İslâm’da yadırganacağı cihetle bundan vazgeçmesi istenmektedir. Âlem-i İslâm’da Türkiye’yi bir “baş” durumuna getiren böyle bir projenin içinde hilâfetin yeniden ihyâ edilmesi arzusu bile mevzubahistir. Bunun için daha şimdiden gizli gizli çalışmalar başlamıştır. Türkiye’de laikliği ve kemalizmi –âdetâ- bir“din” gibi benimsemiş bulunan bazı çevrelerin “ılımlı İslâm” ifadelerine şiddetle karşı çıkışları, henüz su yüzüne çıkmamış bulunan bu gerçeğe vukûfiyettendir.
Bize gelince, Türk millletinin yeniden ve âlemşümûl bir kudret olmasının önündeki en büyük engel, “sakîm kemalizm ve laiklik anlayışı” olduğuna nazaran, bunların bertaraf edilmesi her türlü hâlukârda zarardan çok kâr tevlid edecektir. Bir tarattan AB, kemalizmin fârik ve mümeyyiz vasfı olan “militarizm” sebebiyle onu reddetmekte, diğer taraftan da Amerika, Ortadoğudaki şahsî emellerine ulaşabilmek için bizi kullanmak istemektedir. Şu durumda Ortadoğu petrollerinin işbaşındaki idareciler tarafından büyük ekseriyetle gaspedilmiş olmasından daha kötü olmayacak bir Amerikan plânına neden karşı çıkalım. Saddam’ın “altmış dört milyar dolarlık” serveti ona gökten mi yağmıştır?!. Etrafındaki insanların devâsâ servetleri de cabası… Demek ki, Irak petrollerini Amerika çıkarsa herhalde Irak halkına bu yerli işgalcilerden daha fazla pay vereceği muhakkaktır. Esâsen Batı ülkeleri her tarafta toprak altında mevcud olan petrolü kasalarında bir ihtiyaç akçesi olarak görmektedirl