A- Yahudiler Komünist Rusya’yı Nasıl Yıktılar?!..
İngilizler çekilip gittikten sonra Arap-Yahudi münâsebetleri bir gayyâ kuyusu gibi dehşetli bir kargaşa halinde sürüp giderken, Yahudiler, Araplar karşısına hatırı sayılır bir Yahudi nüfusu toplayamadılar. 20-30 senelik bir gayret ve faaliyetin neticesinde İsrail’deki mevcudiyetleri 2,5 milyon kişiyi bulmuşsa da bunun daha fazla artması sağlanamadı. Çünkü bütün Dünya’ya dağılmış olan Yahudiler, her yerde rahat ve müreffeh idiler. Bugün de böyledir.
Bundan dolayı maddî yardım yapmakta cömert davrandıkları halde, gelip orada yerleşmek husûsunda ağırdan aıldılar. Bunu ancak bir avuç idealist ile fakir Yahudiler yaptılar. Bunlarla da beklenen sayıya ulaşılmayınca, yüz milyonluk bir Arap kitlesi karşısında tutunabilmek için İsrail’e intikal edip yerleşecek Yahudi aramaya koyuldular. Bunu da ancak Rusya’da bulabildiler. Çünkü Rusya’da “Bolşevik İhtilâli” nin bidâyetindeki hâkimiyetlerini Sitalin devrinde (onun da karısı bir yahudidir) kaybetmiş bulunan Yahudiler, Rusya’da sıkıntılı bir hayat sürmekte idiler. Hem onları bu sıkıntıdan kurtarmak ve hem de bu durumdaki insanların İsrail’deki sabotaj vesâir hareketlerin doğurduğu huzursuzluğa aldırış etmeyebilecekleri düşüncesiyle Rusya’ya müracaat ettiler.
Ruslar, Yahudiler’in beynelmilel siyâsetteki güçlerini itildiklerinden onlara yekten:
“-Hayır, olmaz!” demek yerine, gerçekleşme şansı olmayan bir teklifle mukabelede bulundular. Bu da şuydu: “isterlerse Rusya’daki 6 milyon Yahudi’yi toptan alabilirlerdi.”
Tabiî İsrail bunun gerçekleşme şansı olmadığı için söylendiğini anlamakta gecikmedi ve Rusya’yı gölgeleyecek bazı hareketlerle yola getirme çaresine başvurdu. Amerika’daki nüfuzlarını kullanarak Komünist Çin’i, Birleşmiş Milletler’ealdırdılar. Amerika ile Çin arasında diplomatik münâsebet te’sisini ve Amerikan Reis-i Cumhûru’nun Pekin’i ziyaret etmesini sağladılar. Fazladan olarak Çin’in Doğu Türkistan dolaylarında Ruslar’la çıkmış olan bir ihtilâfı körükleyerek ve Çin tarafına yardım ederek Rusya’yı rahatsız etmeye başladılar.
Dünya’da o güne kadar komünist hareketin lideri kabul edilen Rusya, bu mevkii Çin’e kaptırma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Diğer taraftan hemen hemen her ülkede mevcud olan marksist toplulukların içinden Maocu, yani Çin taraftarı bir başka hizip türettiler. Marksistlerin faaliyetlerinden rahatsız olan o ülkeler de solcuların bu sûretle bölünmelerinden ve birbirlerine düşme-lerinden fayda umduğu için, istihbârat teşkilâtlarını bu işi körükleyici bir tarzda kullandılar. Bu durum Türkiye’de bile aynen böyle olmuştur.
Bu hâli gören Rusya, Yahudiler’le anlaşmak ihtiyacını hissetti. İsteyen yahudilerin Rusya’dan çıkarak peyderpey İsrail’e gitmeleri husûsunda bir taahhütte bulundu. Arapların itirazına karşı da, bu kararı kâğıt üzerinde bırakacağını ve fiilen gerçekleştirmeyeceğini söyleyerek iki tarafı da memnun etmeye çalıştı. Gerçekten epey bir zaman böyle yaptı. Herhangi bir yahudi, Rusya’dan çıkıp gitmek üzere pasaport isteyince Rus polisi tâhkikat yaptı. Eğer o, Amerika’ya gitmek istiyorsa, pasaport verildi. İsrail’e gitmek istiyorsa nâdiren müsaade edilip, ekseriyetle engellendi. Bunu gören Yahudiler vaktiyle Çarlık Rusyası’na yaptıkları gibi Komünist Rusya’ya da 25 sene zarfında gerçekleşecek bir çökertme plânı tatbik ettiler. Bu plân, propaganda silâhını kullanarak Rusya’nın ekonomisini yanlış yönlendirmek ve onu binnetice iktisâden çökertmek mahiyetinde idi.
Önce Amerika’da başlamış olan fezâ çalışmaları’nı “Yıldızlar Harbi” palavrasıyla Rusya’yı endişeye sevk edecek bir sûrette bütün Dünya’ya yaydılar. Rusya kendi cazibesinin azaldığını görerek bu vadide Amerika’dan geri olmadığı kanaatini hâsıl edebilmek için neticesiz fezâ çalışmalarına ağırlık verdi. Bu uğurda 15-20 milyar dolar masrafa girdi. En sonunda öyle bir durum hâsıl oldu ki, fırlattıkları bir fezâ gemisinin geriye getirebilmesi için Ameri-kalılar’dan yardım istemek mecbûriyetinde kaldılar.
Diğer taraftan Rusya’nın Afrika’da kazanılmış memleketleri vardı. Bunların kaybedilmesi için anti-komünist çeteler organize edildi. Bunlar, silâhla desteklendi ve başta “Zimbabve” olmak üzere Rusya’nın kaleleri birer birer milliyetçi teşkilâtlarca ele geçirildi. Rusya, Afrika’daki durumunu kurtarabilmek için taraftarlarına silâh yardımı yapmaya mecbûr kaldı. Bu da kendileri için fezâ çalışmalarındakine benzer ağır bir ekonomik külfet oldu.
Bu arada Afganistan’a saldıran Rusya’ya karşı, Afgan mücâhidleri zâhiren kendi kendilerine mukâvemet ettiler. Hakikatte ise, Amerika ve dolayısıyla Yahudi desteğiyle Rusya’yı dize getirdiler. Bu küçücük Afgan hâdisesi bile Rusya’ya 5 milyar dolar civârında bir meblâğa mâl olmuştur.
Bu ve benzeri hadiseler dolayısıyla, zaten iyi olmayan Rus ekonomisi çöktü. Rusya zaafını belli etmemek için önce el altından Alman entelijansı ile anlaştı. Doğu Alman’dan Batı’ya geçmek isteyen insanlara, gûyâ, seyahat hürriyeti dolayısıyla vize veriliyormuş gibi davranılarak, oradan Çekoslovakya’ya geçmelerine izin verildi. Hakikatte ise kelle başına 7 bin mark üzerinden anlaşılmıştı. Bunu meşrûlaştırmak için de o günkü Rus idarecisi Gorbaçov, Rusya’da bir zihniyet değişikliği ile ortaya çıkmış göründü ve bunu “Glasnot” adıyla Dünya’ya duyurdu. Gûyâ Doğu, Almanlar’a tanınan bu seyahat hürriyeti, bu yeni zihniyetin eseriydi. Kısa zamanda Doğu Alman’dan Çekoslovakya’ya, oradan da Batı Almanya’ya geçenlerin sayısı 2 milyondan ziyâde oldu. Bunu gören Rusya, herkesin Batı’ya geçmek istediğini anlayınca -artık kendisi için ekonomik bir önemi kalmamış olan- bütün Doğu Alman’ı terk etmek mukâbilinde Alman enteli jansı ile anlaştı. Rivayete göre Almanlar, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına göz yumması karşısında Rusya’ya 15 milyar mark teklif ettiler. Buna ilâveten 100 milyar marklık da Rusya dâhilinde yatırım yapmak vaadinde bulundular. İlâveten İkinci Cihan Harbi’nde Rusya dahilinde kalmış olan ve Rusya’nın Volga boylarında bir araya toplamış olduğu 2 milyon civarındaki Alman topluluğuna bir “muhtariyet” verilmesi teklifinde bulundular. Bundan sonrası mâlum. İki tarafın ajanları, halktan biriymiş gibi görünerek Berlin Duvarı ‘na hücum ettiler ve bu duvarın yıkılmasıyla iki Almanya birleşmiş oldu.
Fakat bu sûretle temin olunan maddî imkânlar, Rusya’nın yarasını sarmaya kâfî gelmedi. Gorbaçov, Genel Kurmay Başkanı’nı çağırarak:
“-Maaşlarınızı veremiyorum, aç kalmaya mı razı olursunuz, yoksa komünizmden vazgeçiyoruz, bize yardım et, diyerek Amerika’ya müracaat etmemize mi râzı olur sunuz!..” deyince, 10 milyonluk ordunun başında bulunan bu zât:
“-Karnımızı doyur da, ne yaparsan yap!..” demek mecbûriyetinde kalmıştır.
Bunun üzerine Rusya’da komünizmin iflâsı ilân edilmiş, Amerika’dan 500 milyar dolar yardım talep edilmiştir. Bunun yarısı peşin, yarısı da ellişer milyar dolarlık 5 senelik taksitler halinde olacaktı. Amerika, cüz’î yardımlarla iktifâ edip bu talebi yerine getirmeye râzı olmayınca, Gorbaçov, bu yardım yapılmadığı takdirde komünistlerin tekrar iktidar olacakları vehim ve korkusunu yaratmak için sun’î bir ihtilâl teşebbüsü planlamıştır. Kendisi sûretâ Kırım’a kaçmış ve Moskova’da bir kısım tanklar harekâta geçmişken, Amerikan desteği ile Yeltsin tankların üzerine çıkıp mukâvemet etmiş ve ihtilâl fiyaskoyla nihâyetlenmiştir. Bunun üzerine Gorbaçov, Amerikalıların bu sırrı ifşa etmemeleri şartıyla iktidardan uzaklaşmayı kabul etmiş, yerini Yeltsin’e bırakmıştır.
Bu arada tipik bir tecrübe yaşanmıştır. Körfez harbinin patlak vermek üzere olduğu bir hengâmda Rusya’dan takriben 200 bin Yahudi, İsrail’e gitmek üzere Almanya’ya gelmişti. Körfez harbi krizi dolayısıyla İsrail’e gitmekten vaz geçip Almanya’ya siyasî mülteci olarak yerleşmeye karar verdiler. Almanlar da korkularından onları bağırlarına basmaya mecbûr kaldılar.
B- Pkk ve İsrail
Bu keyfiyet, Yahudilere “İsrail’de sulh, sükûn avdet etmedikçe Rusya’dan beklediği miktarda Yahudi gelmeyeceği”düşüncesini ilhâm etti. İşte bu sebepledir ki, Yahudiler Yaser Arafat’ı çağırarak, O’na bugün artık sallantıda bulunan“muhtâriyet”i vermeye razı oldular. Bununla Yaser Arafat’ın tatmin olup, anarşiyi önleyebileceğini sandılar. Halbuki İsrail’deki kargaşanın tek âmili Yaser Arafat’ın güdümündeki “el-Fetih” teşkîlâtı değildi. Yahudiler diğer bazı grupların Sûriye güdümünde olduğunu görmekte gecikmediler. Bunun için Sûriye’yi de bir sûretle tatmin etmek ihtiyacını hissettiler. Bunu da Türkiye’nin sırtından yapmayı plânladılar. Bu maksatla, o zamanki Türk Dışişleri bakanı Hikmet Çetin’i İsrail’e davet ettiler. PKK meselesini ortaya attılar. Şayet Sûriye’ye talep ettiği suyu verirsek, kendilerinin yardımıyla PKK’nın bertaraf olacağı telkîninde bulundular. Fazladan olarak PKK’nın Avrupa’daki kollarını da koparabileceklerini söylediler. Bu plân üzerinde anlaşıldı. Hikmet Çetin, Türkiye’ye döndükten az bir zaman sonra Sûriye Dışişleri Bakanı Târik Sara Ankara’ya davet edildi ve talep edilen su fazlasıyla verildi. Fakat Sûriye bu tâviz mukâbilinde PKK’yı barındırmama taahhüdünde bulunmuş olmasına rağmen fırsat bu fırsat diyerek üstelik Yahudilerden bir de Golan Tepeleri’nin geriye teslimini istemiştir. Bu ise, Yahudilerce verilebilecek bir tâviz değildi. Zira içme suyu sıkıntısı çeken İsrail, ihtiyacının büyük bir kısmını buradan temin etmekteydi. Ayrıca Golan Tepeleri’nin büyük bir askerî ve stratejik ehemmiyeti vardı. Bununla beraber yahudiler, bize karşı Avrupa’da taahhüd ettiklerini yerine getirdiler. Almanlar’a dönüp dediler ki:
“-Siz bu PKK’yı barındırmakla hata ediyorsunuz. Çünkü bu silâhlı bir çetedir. Silâh para ile alınır. Bunlar parayı uyuşturucu ticaretinden elde ediyorlar. Seninse, her yıl 20-30 bin gencin uyuşturucu yüzünden ölmektedir. Bunları barındırma!”
Hakîkaten Almanlar, PKK merkezindeki evraka el koyunca, bu iddianın doğru olduğunu gördüler. Bu fesat yuvalarını kapatarak PKK’yı kanundışı ilân ettiler. Bu iş, Beyne’l Milel masonluk kullanılarak Belçika’da, Hollanda’da, Fransa’dave hatta İngiltere’de de aynen gerçekleşti.
Sûriye’ninse, PKK’nın uyuşturucu ticaretinden transit ücreti olarak, yılda 5 milyar dolar civarında bir kazancı vardı. Bundan mahrum kalmak istemiyordu.
Yahudiler, Sûriye’yi yola getirmek ve binnetice onların güdümündeki HAMAS’ın tedhişinden kurtulabilmek için, Amerika’daki nüfuzlarını kullanmaya mecbûr kal dılar. Zira PKK’yı bertaraf etmenin İsrail’e zarar verecek bir veçhesi yoktu. Çünkü PKK, Kürt görünüşlü bir Ermeni harekâtıdır. Abdullah Öcalan‘nın anası da, babası da mâhud Ermeni katliâmından bakiye birer ermeni yetimidir. Güney doğu’da Ermeni sekene (oturanlar) mevcud olmadığından onların davası ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesiyle gerçekleşebilecek bir keyfiyettir. Çünkü bu takdirde AB’ye dâhil ülkelerde yaşayan takrîben 4 milyon Ermeni, AB’yi kuran “Roma Andlaşması”nın mahsûs maddesine istinâden gelip Güney doğu’da arazi satın alabilecek ve orada yerleşebileceklerdir. Ancak bundan sonradır ki, orada bir hır-gür çıkartarak bölünmeyi sağlayabilirler. Halbuki Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde (1) ” Arz-ı Mev’ud”un bir parçası olan Güneydoğu Anadolu’nun Yahudi eline geçmesi adetâ imkânsız olacaktır. Yahudiler bu toprağı 70 milyonluk bir Türkiye’den veya onun maazallah parçalanması ile kurulacak küçük bir devletten talep etmek yerine, karşılarında 600-700 milyonluk bir AB devleti bulacak!.. Bu, onların plânlarının müstakbelde gerçekleşmesini güçleştireceği cihetle PKK’ya esasen hiçbir zaman sıcak bakmamışlardır. Onun kamufle bir Ermeni Hareketi, olduğunu bilen Batı Hıristiyan Âlemi’nin desteği ise, kendilerince doğru ve aşikâr bir hesap neticesidir.
Ermeniler, PKK’yı üç maksad için vücûda getirmiş ve Batı Hıristiyan Âlemi de bu maksadlar için O’nu desteklemiştir. Bu destek, bu gün de aynı sebeple devam etmekte ve Abdullah Öcalan’m idamı engellenebilmektedir. Bu maksatlar şunlardır:
1) Kürtler’den Ermeniler’in intikamını almak. Zira tarihte “Ermeni Katliâmı” adıyla ayyuka çıkarılmış olan hâdise, Kürt aşiretlerinin işidir.
2) Bölgede Kürt nüfûsunun ölüm veya hicret sebebiyle azalmasını sağlamak. Çünkü ancak bu takdirdedir ki, oraya bilâhare taşınacak Ermeniler hatırı sayılır bir çoğunluk olabileceklerdir.
3) Araziyi ucuzlatmak. Çünkü Ermeniler, Tıpkı Filistin’de Yahudiler’in yapmış olduğu gibi burasını Avrupa Birliği’ne kabul edilişimizden sonra parayla satın almayı planlamaktadırlar.
Yahudiler, PKK’ya mukabil Kuzey Irak’ta nüvelenen gerçek Kürtçü hare-ketleri desteklemektedirler. Hem de başından beri… (2)
Yıllardır münâkaşa edilmekte bulunan “Uğur Mumcu Cinâyeti” nin sebebi de budur. Kardeşinin, televizyonlarda ifşâ edişine göre, Uğur Mumcu İsrail’in Kuzey Irak’taki Kürtçü Barzânî hareketine senede 50 milyon dolar yardım etmekte olduklarına dâir ifşaatın kurbanı olmuştur.
İsrail, dâhilindeki bir kısım anarşiyi durdurmayı temin maksadıyla Sûriye’nin burnunu yere sürtmek isteyince, PKK kozunu kullandı. Amerikan cesaretlendirişi ile önce bir askerî şahsiyet, sonra da bir siyâsî lider, Suriye’ye Abdullah Öcalan ve PKK dolayısıyla tehditler savurdu. Sûriye istihbârâtı bu cesaretlendirişin kaynağını öğrenmekte gecikmedi. Ancak bizimkiler yanlış bir ifade kullanarak Sûriye’ye müteveccih tehditlerinde:
“-Abdullah Öcalan’ı ya bize teslim edersin, yahud da ülkenden çıkarıp atarsın; yoksa….” diyerek alternatifli bir teklifte bulundular.
Alternatifli bir tehdîd veya teklife muhâtab olan herkes, kendince en ehven olanı seçer. Sûriye de öyle yaptı. Abdullah Öcalan ‘ı Suriye’den çıkmaya mecbûr etti. Onun bundan sonraki mâcerası mâlumdur. Önce gizlice Rusya’ya gitti. Amerikan istihbârâtı bunu haber almakta gecikmedi. Dâvânın takipçisi Amerika olduğu içindir ki, o önce Rusya’da, sonra da Yunanistan’da barınamadı. Nihayet bir ara kademe olarak, kendisini teslim etmek millî menfaati için bir handikap olmayacak, basit bir Afrika ülkesinde soluğu aldı. Oradan İsrail tarafından derdest edilerek Tel-Aviv ‘e getirilip, bizimkilere teslim edildi. Gözleri bağlı olduğu için, bu gerçeği, belki Abdullah Öcalan bile hâlâ bilmemektedir.
C- İsrail, Filistinliler’e Verdiği Muhtâriyeti Geri Almak İstiyor ?
Suriye’nin, PKK ve Abdullah Öcalan vâsıtasıyla prestij kaybına mâruz kalması, İsrail’deki tedhîş hareketlerini nihâyete erdirmeye yetmedi. Çünkü böyle hareketleri gerçekleştiren ve güdümlü olmayan başka teşekküller de türemişti. Bundan dolayı kargaşa devam etti. Çünkü bu tedhîş hareketleri, amel-aksülamel (aksiyon-reaksiyon) kanununa göre yürümektedir. Filistin’in yerli halkına karşı kuruluşundan itibaren her türlü zulüm ve îtisafı (yok etme-jenosit) kendince meşrû bir hak kabul eden İsrail, zavallı yerli halkın âcizâne mukâbelelerini Dünya’nın gözüne baka baka utanmadan“terör” olarak ilan edebilmektedir. Halbuki asıl terörü kendisi yapmakta, mâsum çocukları öldürmekte, insanların evlerini yerle bir etmektedir. Sırtını Amerika’ya dayamış, onun desteğiyle Dünya’nın bu devlet terörüne ses çıkarmasını önlemekte ve bununla Filistinliler’i öldürerek veya kaçırarak yok etme gayesini gütmektedir. Arada bir vâkî olan sulh teşebbüsleri de daimî ve samimî olmamak üzere geçici taktiklerden ibaret kalmaktadır.
Öteden beri İsrail’e verdiği destek dolayıyla başı bir hayli ağrımış olan Amerika da bilhassa Demokrat Parti saflarında, bu destekten rahatsız olanlar çoğalmaya başladı. Partisinde gitgide kuvvetlenmekte olan bu temâyüle tercümân olmak isteyen Clinton , Ortadoğu’da bitip tükenmek bilmeyen Arap-Yahudi kavgasını nihâyete erdirmek maksadıyla, Filistinliler’i “muhtariyet” ten “devlet” olma durumuna geçirmek istedi. Bu takdirde hududları mahfûz bir duruma gelecek olan Filistin Devleti’ndeki Yahudiler’in İsrail’e, İsrail Devleti dâhilindeki Araplar’ın ise Filistin’e nakledilmelerini, yani bir “mubâdele” yi düşündü. Kudüs içinse, Müslüman, Hıristiyan ve Musevîlerin müşterek idâreleri altında bir statü plânladı.
Yahudilerse, Rusya’da serbest kalan ırkdaşlarının İsrail’e gelmek yerine Amerika’ya kaçıp gitmelerini önleyememenin neticesinde, Filistinlilere bu maksadla vermiş oldukları “muhtariyeti” i bile geri almayı düşünüyorlardı. Bu durumda Amerika’nın Ortadoğu’ya bakış ve düşüncesi ile, İsrail’in menfaatleri çatışmaya başladı.
İsrailliler, Rusya’dan gelecek ırkdaşları için pek çok hazırlık yapmışlardı. Bir İngiliz Yahudisi olan Maxvell, bu ülkedeki takrîben 4.000 civarındaki şirketinin personeline aid 220 milyar sterlin tutarındaki sigorta primlerini İsrail’e kaçırmıştı. İngiliz entelijansı, O’nu Roma’da tâtildeyken bir motorda öldürmüş ve İsrailliler cenâzesini Kudüs’e taşıyarak, devlet merâsimi ile defnetmişlerdi. Mezarının başında, Onu İsrail’de en büyük yatırımı gerçekleştirmiş, millî bir kahramanîlân etmişlerdi. Maxvell ‘in bu müthiş serveti, Şeria Nehri boyunca Rusya’dan gelecek yeni Yahudiler için ikametgâhlar yapımına harcanmıştı. Şimdi bu kadar yatırım boşa gidiyordu. Üstelik Nil’den Fırat’a kadar imtidâd eden arâziyi millî vatan yapmaya kararlı olan Yahudiler’in bağrında bir “Filistin Devleti” doğmuş olacaktı. Hem de Kudüs üzerinde söz sahibi olmak üzere… Bunu da bugüne kadar en büyük desteği gördükleri Amerika istiyordu. Bu olacak şey değildi.
Bir Yahudi kızı olan Monica‘nın Clinton‘a musallat edilerek Onu siyâset arenasında kepâze edip istifâya zorlamak tertibi, bu Amerikan düşüncesine bir cevap olmak üzere zuhûr etmişti. Ancak Clinton pişkinliğe vurmuş; televizyonlarda, meclis huzûrunda, vesâir yerlerde kâh ağlamış, kâh gülmüş ve bu bâdireyi atlatarak devrini tamamlayabilmişti.
D- 11 Eylül Darbesi Bir Yahudi Eseri mi?
Amerika’daki son seçimlerde Demokrat Parti de, Cumhuriyetçi Parti de Yahudi desteğinin taksîme uğraması sebebiyle başa baş güreşmiş ve cüz’î bir farkla kazanan Bush da eskilerin tabiriyle “akıl için tarik birdir” fehvâsınca, kendiniClinton ‘ın yolundan gitmeye mecbur hissetmişti. O da çözümü, Filistin’in hududları sâbit bir devlet haline getirilmesinde görünce, Yahudilerin buna cevabı, “11 Eylül Darbesi” olmuştur.
Evet, 11 Eylül 2001 darbesini Amerika’ya vuran, beynelmilel Yahudi gücüdür. Bunun burada red ve cerhi imkânsız sâdece iki delilini zikredelim:
1) İkiz kulelerde ötedenberi 4.000 Yahudi çalışmaktaydı. O gün Cumartesi değildi ki, hepsinin de Havra’ya gittiğini söyleyebilmek mümkün olsun. O gün Salı’ydı. Bunlardan hiçbirinin ölmemiş olması tesâdüfle açıklanabilecek bir şey midir?
2) 11 Eylül 2001′de İsrail Başbakanı Amerika’da olacaktı. Aylar öncesinden tâyin edilmiş çeşitli randevuları ve resmî görüşmeleri vardı. Fakat hâdiseden bir gün evvel ânî bir kararla seyahatini iptal etmiştir. Ne dersiniz, acaba İsrail başbakanı, Yahudiler arasında pek yaygın olan büyücülükte mâhir bir kimse midir?!.
Buna, takdîrî bir delil daha ekleyebiliriz. O da şudur: Pentagon gibi Amerikan’ın ve hatta Dünya’nın en iyi korunan bir müessesesini böylesine tahrip etmek, Amerikan idâre ve siyâsetinin kılcal damarlarına kadar sızmış bulunan Yahudi’den başkasının becerebileceği bir iş midir?
Q33NY= Q33NY
11 Eylül Darbesi’nin yahudiler tarafından yapıldığını ispat öden bir internet yayını, baştaki rakam kulelere çarpan uçağın uçuş kodudur.
Bu gerçekleri, bugün Amerikan idârecileri -hiç şüphesiz- kâmilen bilmektedirler. Lâkin bunu bildiklerini izhâr ve ifşâ edemezler. Aksi halde çok büyük bir bedel öderler. Bu, bir zaman işidir. Bugün İsrail’le Amerika arasında -tıpkı bizimle olduğu gibi- “bir soğuk harp” başlamıştır. (3) Bunun sıcak bir şekle inkılâbı da gecikmeyecektir. Kanaatimizce, Amerika yakın bir zamanda İsrail’in yörüngesinden çıkacak ve bu durum onun Ortadoğu ve Dünya’ya bakışında büyük bir değişiklik husûle getirecektir. Bundan, başta Türkiye olmak üzere Âlem-i İslâm’ın pek büyük faydalar sağlayacağından şüphe edilemez.
Diğer taraftan İsrail de -becerebilirse- Amerika’yı üçe, beşe bölmeye çalışacak ve Onu Dünyaya hâkim süper bir güç olma mevkiinden uzaklaştıracaklardır. Onlar bir patronsuz duramazlar. Çünkü insanlığa karşı işledikleri cinâyetleri başka birine fatura etmek, târihî bir gelenekleridir. Bu patron, yakın gelecekte muhtemelen Çin olacaktır.
E- Uyanan Dev: Çin
Çin’in Dünyâ’nın gelecekteki siyâsetinde en nâfiz bir güç olacağı görüşünün bütün teferruâtı ile burada saded dışıdır. Bununla beraber, bu hususta çok kısa bir izâhâtı gerekli görüyoruz:
Çin‘in bu gün 1.6 milyar olan nüfûsunun, en az üçyüz milyonu kayıtdışıdır. Bunlar ailelerin ikinci çocuklarıdır. Çünkü âilelerin birden fazla çocuk yapmaları kânûnen yasaktır. Böyle olunca her türlü hak ve hukûktan mahrûm olan bu 300 milyon insan, gündelik haşlanmış bir avuç pirinç mukâbilinde, bütün gün çalışmaya mecburdurlar. Bu Dünya’da en ucuz bir “emek” demektir. Daha şimdiden makineden ziyâde, el emeğine dayanan istihsâl sahalarında Çin, Dünya’yı dize getirmiş bulunmaktadır. Mesela, Türk ve İran halıları, Çin’de aynı kalitede ve fakat fiyat bakımından dörtte bir, beşte bir fiyatına üretilmekte ve bütün Dünya’ya satılmaktadır. Şu anda Dünya piyasalarına İran veya Türkiye’nin halı satma şansı kalmamıştır. Çin’in el emeğine dayanan ma’müllerdeki bu korkunç dampingi halıya münhasır da değildir.
Buna ilâveten Çin’in, bugün, Amerikan Üniversiteleri‘nde okumakta olan 5 milyon gencinin bulunduğunu düşünmek, bu ülkenin yakın bir gelecekte ekonomik bir güç olarak ne duruma geleceğini anlamak için kâfîdir sanırız.
Çin, tarihte bizim ilk ve en ehemmiyetli komşumuzdur. Bugün de Türk Âlemi’nin en büyük bir parçası olan Doğu Türkistan’ı “Sinkiyank” (Yeni Hayat Ülkesi) adıyla esâreti altında inim inim inletmektedir. Böyle olduğu halde Türkiye’nin siyâseten Çin’e ve burada vâkî olmakta bulunan gelişmeye ilgisiz kalması şâyân-ı teessüftür. Halbuki Osmanlı Devleti ömrünü tamamlamasına az bir zaman kalmışken, Çin’le büyük ölçüde ilgilenmiş ve Sultan Abdülhamidmerhum, hilâfet siyâsetinin parlak bir zaferini bu alaka sayesinde temin etmişti. Şöyle ki; 1900 yılında Çin’de ortaya çıkan milliyetçilik hareketi, “Boxer” isyanı adıyla bilinen bir başkaldırma ile Batılı diplomatları büyük bir tedhîşe muhatab kılmıştı. İlk olarak cadde ortasında Alman Büyükelçisi Kettler ‘in öldürülmesi üzerine II. Wilhelm, Sultan Abdülhamid Han ‘dan yardım talep etmişti. Bu talebi, Çin’e müdâhale etmek için mükemmel bir bahâne olarak kullanan Sultan Abdülhamid, oraya bir heyet göndererek sükûnet telkininde bulunmuştu. Zira Çin’in o günkü beşyüz milyonluk nüfûsu içinde takrîben elli milyon Çin asıllı müslüman vardı. (4) Bunlar câmilerinde Cuma hutbelerinde Sultan Abdülhamid ‘in “halife” sıfatıyla adını zikrediyor ve ona duâ ediyorlardı. Abdülhamid ‘in Mirlivâ Enver Paşariyâsetinde gönderdiği bu heyet, Çin’e ulaştığında isyan yatışmış olmakla beraber her tarafta onun sükûnet telkin eden fermanı Çince olarak duvarlara asılmış ve Abdülhamid bu müdâhale sonunda Pekin’de komünist ihtilâline kadar devam etmiş bulunan “Pekin Hamidiye İslam Üniversitesi ” adıyla bir müessese kurmuştur.
Daha sonra 1904 yılında Japon-Rus harbi vesîlesiyle de Türkiye, Uzakdoğu’yla alâka kurmuş ve Japonlar’ın Rusları mağlub edip okyanusa açılan bütün gemilerini batırmış olmasından büyük bir memnûniyet duymuştu. Bugün bize ne oluyor ki, uyanan bu devi alâkasız nazarlarla takip etmekten nefsimizi müstağnî addediyoruz. Sadece Doğu Türkistan’da cârî olan Çin zulmü bile türk ve müslüman olarak Çin’i hassâsiyetle takip etmemizi gerektirmez mi? Kaldı ki, buna ilâveten yeni ve müdhiş bir sebeb zuhûr etmiş bulunmaktadır:
Yahudiler beynelmilel arenada icrâ edegeldikleri ifsad ve ihânetleri daima bir süper gücün arkasına saklanarak onun desteği vasıtasıyla yapmışlardır. 19. asır boyunca İngilizler’i ve 20. asırda Amerika’yı kullanan yahudiler, 21. asırda Çin’le birlikte hareket etmeye hazırlanmaktadırlar. Bu demektir ki, Çin yahudi desteğini de arkasına alarak bu asra damgasını vuracak bir “süper güç” olacaktır. Amerika ise orada yahudilerin çıkaracağı bir fitne sebebiyle eyâletler arası kavgaya sürüklenecek, binnetice üçe-beşe bölünecektir. Süper güç olmaya hazırlanan AB ise sıkı bir sûrette yahudi takibine mâruzdur ve azamî onbeş-yirmi sene sonra çatırdayıp parçalanmaya mahkûmdur.
Daha şimdiden yahudi sermayesi Amerika’dan Çin’e intikal etmeye başlamıştır. Bu intikal kemâle erince Dünya yeni bir şekil alacaktır. Nevi şahsına münhasır bir tarih mirasına mâlik olan Türkiye’den başka Dünya’da hiçbir milletin bu gelişmeye mukâbil bir süper güç olma vasfıyla karşı koyma şansı yoktur. Zira Türkiye için arzettiğimiz:
a- Âlemşümûl mefkûrenin geri gelişi,
b- Stratejik imkânları hâiz bir ülke
c- Nüfus gibi faktörler İslâm Dünyası’nda da hatır ve hafsalaya sığmaz bir gelişme kaydetmiş durumdadır. Yahudi siyâsî emellerine bağlı olarak İngilizler vâsıtasıyla bu âlemde gerçekleştirilmiş olan parçalanma ve bundan doğan zaaf Türkiye’nin İslâm’a meyletmesiyle kolayca aşılacak ve “başsızlık belâsı” nın bütün menfî neticeleri bertaraf olacaktır. Bu kaderin bir hükmüdür ki, biraz aşağıda fiilî delilleriyle izah olunmuşutr.
Diğer taraftan Çin’in hemen yanıbaşındaki Hindistan da 1 milyarlık nüfusuyla (5) Dünya ekonomik hayatı için ciddî bir tehlike arz etmektedir. Üstelik bu ülke sanayini de kurup, tamamlamıştır.
Amerika‘nın Afganistan‘a yerleşmek husûsundaki kararlılığının derûnî sebeplerini kavrayabilmek için, Çin ve onunla birlikte Hindistan‘ın vâd ettiği geleceğe dikkat etmek lâzımdır.
Amerika, gerek Çin’in, gerekse Hindistan’ın nüfûsunu yakın bir gelecekte “mikrop harbi” yle azaltma plânı peşindedir. Çin’i bir milyarın Hindistan’ı ise beş yüz milyonun altına indirilecek tedbir “şarbon mikrobu” hâdisedinde sâbit olduğu üzere miktrop üretimiyle gerçekleşcektir İnsan üzerinde öldürücü bir tesiri olan şarbon mikrobunu Amerikalılar’ın neden üretip depoladıklarını başka türlü izah mümkün değildir. Onun Afganistan’ı bir üs olarak seçmesi bu maksada bağlıdır. Batılılar, aynen yahudilerde olduğu gibi kendilerinden olmayanları acımak ve onları insan yerine koymak temâyülü nice zaman dan beri mefkuttur. Vaktâki Amerikan yerlisi kızılderililere tatbik ettikleri îtisaf (yok etme) ile bu iddiâmız sâbit ve gerçektir.
Siyonizmin, masonluğu da kullanarak bu kadar büyük bir nüfûsu yönlendirebileceğini kolay kolay söylemek mümkün değildir. Bununla beraber onlar bu şansı, -aynen Japonya misalinde olduğu gibi- denemekten geri kalmayacaklardır. Şimdiden görünen odur ki, Siyonistler geçen asırda nasıl İngiltere‘den Amerika‘ya intikal ettilerse de bu defa da benzer bir mecburiyetle karşı karşıya geleceklerdir. Zira Amerika‘daki şans ve nüfûzlarını -umûmî efkâr baskısıyla- kaybetmeye başlayacakları muhakkaktır. Bunun sebebi şudur:
Yıllardan beri Ortadoğu’da siyonizmin oynamakta olduğu meş’ûm rol, Onun nâfiz olduğu propaganda vasıtalarıyla setredilmekte ve İsrail, aslında bir kurt olduğu halde kuzu postuna büründürülmekteydi. Lâkin bugün televizyonun yaygınlaşması sebebiyle, İsrail zulümleri, her Allah’ın günü bütün Dünya halkınca canlı ve müşahhas bir sûrette seyredilmekte ve zihinlerde yerleşmektedir. İsrail propagandası ise bu zulümleri setretmek veya ters yüz etmek husûsunda ilk defa kifâyetsiz kalmış bulunmaktadır.
Bilhassa Amerika’da gelecek ilk seçimde adaylar, son seçimdekinin aksine olarak Yahudi desteği aramayacaklardır. Aksine umûmî efkârın gönlünü kazanmak için yaygın ve cesur bir şekilde -muhtemelen- Yahudilerin ve Siyonist emellerin aleyhlerinde konuşacaklardır. Bundan şikâyet edenlere verilecek cevap daha şimdiden hazırdır:
“-Böyle yapmasam, seçim kazanma şansım yoktur!”
Bu, karısı sabataist, kendisi de 30 yıllık siyâsetiyle mâlum bir şahsiyet olan Ecevit‘e bile Filistin’deki son hadiseler için“soykırım” dedirten bir mecbûriyettir. Şimdilik, kendisi için şeref teşkil etmeyecek bir sûrette geriye adım atmış olsa bile, onu aklen ve vicdânen bu sözleri söylemeye icbâr eden umûmî efkâr baskısıdır ki, yakın bir gelecekte bunu her ülkede, her siyasî lider kabullenmeye mecbur kalacaktır. Dünya umûm-ı efkârını yüzyıllardan beri aldatagelen Siyonizmin îcâdı olan son katliâmlar -kaç mâsum müslümanın hayatına mâl olursa olsun- İslâm’ın, Türklük’ün ve bütün insanlığın gözlerini açmak bakımından kâr hanesi, zarar hanesine kat kat fâik olan bir keyfiyettir. Daha şimdiden Siyonizm propagandası, bu hadiseler sebebiyle tarihte ilk defa olarak âciz kalmış ve iflâs etmiştir.
Dipnotlar
(1) Avrupa Birliği, Katolik Hristiyan Âlemi’nin, Beyne’l Milel Siyonizm karşısında ayakta kalmak düşüncesinden doğmuş bir siyâsî harekettir. Bundan dolayıdır ki, buna vücûd veren milletlerarası vesîka Roma’da tanzim ve imza edilmiştir.
Bu kuruluş gayesi sebebiyledir ki, Amerika ile Avrupa Birliği’nin hem siyâsî, hem de iktisadî menfaatleri çatışmaktadır. Böyle olduğu halde, Türki ye’nin hem Avrupa Birliğine girmeye çalışması ve hem de Amerika’yla beraber olmak gayreti peşinde koşması ciddî bir tezattır. Bu tezat dolayısıyladır ki, başlangıçta bütün muhafazakârlar AB’ye karşı idiler. Bu satırların yazan da, bundan 30 sene evvel bu istikâmette fikirler serdetmiş bir kimsedir. Fakat ne hazindir ki, bu gün ülkemizde “insan haklan” sahasında vâkî olan gerileme sebebiyle, dindar insanlar da AB’ye taraftar duruma geldiler. Aslında doğru olan şudur:
Başlangıçtaki gibi AB’ye karşı bir siyâset takip etmek lâzım gelir. Ona dâhil olmaya çalışmak yanlıştır. Bunun Ermeni meselesi ve Yunan münasebetleri gibi çok ciddî ve burada izahı imkânsız sebepleri vardır.
Bilhassa Ortadoğu’da siyâsî ve iktisadî bakımdan Amerika ile AB karşı karşıyadır. Bizim için doğru olan AB Devletleri’yle münâsebetlerimizi mümkün olduğu nisbette iyi bir seviyede tutmaya çalışarak, Amerika’ya paralel yürümektir. Üstelik yakın bir gelecekte, Amerika’nın İsrail’in güdümünden çıkacağına muhakkak gözüyle bakılmalıdır. Bu devletin Ortadoğu’da vaktiyle İngilizler tarafından tayin edilmiş hududları değiştirmek hususundaki siyasetini önlemek kaabil değildir. Öyleyse kendi menfaatimizi kollayarak onunla beraber hareket etmeliyiz. Zira Türkiye’nin Güney hududlan anormaldir. Milyonlarca Türk ve hassaten Musul petrolleri o zaman kasden hududlarımız dışında bırakılmıştır. Ortadoğu’da Amerikan siyasetine paralel yürüyerek Güney hududlarımızdaki bu anormalliği düzeltmek için bugün tarihî bir fırsat zuhur etmiştir. Buna, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasına müncer olabileceği düşüncesiyle karşı çıkanların görüşleri yanlış ve Türkiye’nin menfaatlerine zıddır. Zira asıl, Amerika ile işbirliğinden çekinmek “Kürt Devleti” oluşumunun şansını artırmaktadır.
Unutmamak gerekir ki, bugün Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunun ba şında nöbetçi gibi ve tetikte bekleyen bir Türk tümeni mevcuttur. Böyle bir oluşumdan korkmak, Türk ordusunun kuvvet ve kudreti kadar, milliyetçi ya pısını da tanımamaktır. Doğru olan, Amerika ile anlaşarak Irak’ta vâkî olacak bir ameliyattan istifâde ile Mîsâk-ı Millî’ye dâhil olan Musul vilâyetimizi ve orada meskûn 4-5 milyonluk mağdur ırkdaşlarımızı kurtarmaktır. Hudud dü zeltme fırsatı, nadiren zuhur eder. Bu ise, kapımıza gelip dayanmış büyük bir fırsattır. Bunu yalnız ve yalnız Amerika’ya paralel bir siyasetle değerlen dirmekle mümkündür.
AB ise, Hıristiyânî bir taassubla aslında maskeli bir Ermeni Hareketi olan PKK’yı desteklemekten asla vazgeçmeyecek ve Yahudi emellerine bağ lı bir sâikle bizi bünyeleri dâhiline asla kabul etmeyecektir. Burada böyle özet bir surette ifade ettiğimiz bu gerçeklerin de ileride tafsilâtına imkân zu hur edeceği ümid ve temennisiyle, şimdilik bu kadarla iktifa ederken 34 sene evvel bu mes’ele hakkındaki görüşümüzün bu gün bir kehânet gibi ger çekleştiğini gösteren şu satırları dikkatlerinize arz edelim:
“…Milletler için asıl ehemmiyetli maddî sükût ve yükselişler değil, manevî sükût ve yükselişlerdir. Çünkü madde sahasında sür’ at fazladır. En fakir bir memlekette aniden zuhur eden mesela bir petrol o memleketi bir günde servete boğabilir. Bunun aksi de mümkündür. Fakat manevî kayıpların tela fisi ve bir milletin sukut eden ahlak ve maneviyatının yeniden yükseltilmesi gayretli, ferasetli ve sabırlı çalışmalarla uzun zamana mütevakkıftır.
Binâenaleyh Ortak Pazarın -tabii ona dahil edilirsek muhafazakarlar tarafından vârid-i hatır görülen maddî yıkımı bizce temenniye şayandır! Zi ra bu takdirde halk efkarınca kavranması daha kolay olan maddî ve müşahhas zararlara karşı vücûd bulması melhuz olan aksülamel, Türkiye’yi garblılaşma istikametinde sürüklendiği bu çıkmazdan ric’ate icbar eder ve bu su retle de daha yavaş bir şekilde ortaya çıkacak olan manevî kayıplarımız ta hakkuk etmeden felâket atlatılmış olur.” (Bkz. Lozan Zafer mi, Hezimet mi? C. l, İstanbul 1970, s:84)
Şimdi insaf ile söyleyiniz, 34 sene evvel söylenmiş olan bu sözler bugün gerçekleşme noktasına gelmiş değil midir? İşte maddî yıkım ortada!.. Bizi AB’nin “Gümrük Birliği”ne almakta tereddüt göstermeyenler bizzat AB’ye kabul etmekte neden bu kadar ayak sürtüyorlar, dersiniz?!
Bence muhafazakârların başlangıçta AB’ye karşı çıkmakta istinâd ettikleri temel sebebler bugün de geçerliliğini muhafaza etmektedir. Bu husustaki tavır değişikliği “papaza kızıp oruç bozmak”tan farksız bir şaşkınlıktır. Aslında Türkiye bu noktayı itinayla tesbit edip, haricî siyasetini AB’ye aleyhtar, Amerika’ya lehtâr bir raya oturtmaya mecburdurlar. Bunu yapmamak, büyük bir istikbâle namzed olan Türkiye’nin geleceğine telâfisi imkânsız zararlar verecektir.
AB’nin bizi kendi bünyesine kabul etmek istemediği halde istiyormuş gibi görünmesi, başka bir âleme baş olabilme hususundaki tarihî ve fiilî imkânımızdan korkulmuş olmasındandır. Çünkü böyle bir şans, sadece azametli bir tarih mirasına sahip olan Türkiye’de mevcuttur. Bu şansı kullanmak başta Bu ti Âlemi olmak üzere İsrail’in menfaatine ters düştüğü içindir ki, bizi AB kapısında nisbî bir ümidle bekleme siyasetine âmil olmaktadır. Bundan birkaç sene evvel filizlenen bir temayül olarak “D8″ler hareketi Batıya bizim geleceğimiz hususunda derin bir korku ve endişe îrâs etmiştir. O hareketin îkazıyladır ki, bizi oyalayıp zaman kaybettirmeyi prensib haline getirmişlerdir.
(2) Yahudilerin, Kuzey Irak’taki Kürt hareketini Molla Mustafa Barzânî zamanından beri silah ve nakit sûretiyle ne büyük ölçüde desteklediklerini anlayabilmek için, bundan 30 sene evvel Hulûsî Turgut imzasıyla yayınlanan “BarzânîDosyası” (İstanbul-1969) isimli esere kısaca göz atmak ye terlidir.
Şimdi bu desteğin çok ehemmiyetli bir sebebi daha olduğu ortaya çıkmıştır: Dünya’da dörtyüz bin kürtçe konuşan yahudinin mevcudiyeti öğreni lince bunların kökenleri araştırılmış ve aslen yahudi oldukları sabit olmuştur. BilhassaBarzânî ailesinin haham yetiştirmekle ünlü yahudiler oldukları hem bizde, hem Batı’da müdellel bir şekilde ortaya konulmuştur. Ancak “Barzânî” bir mahallî yer isim olduğu ve “Barzânî” demek de “Barzanlı” mânâsına geldiği cihetle bu soyadını taşıyanların tamamının yahudi asıllı olduğu sanılmamalıdır.
1930′larda Ağrı dağında Türkiye’ye karşı isyan çıkarmış olan Molla Mustafa Barzânî muvaffak olamayınca Rusya’ya geçmiş ve Ruslar kendisini harp akademisinde okutarak Kızılordu’da albay rütbesine yükselttikten sonra en müsaid gördükleri Kuzey Irak’a göndermişlerdir. Zira Ruslar, eski Ermeni meselesinin yerine kurt meselesini ikaame etmişler ve Türkiye’yi bunlarla bölerek Akdeniz’e çıkma gayesini gerçekleştirmek istemişlerdir. Ancak Irak, İsrail’le muharib olduğundan bu ülke için bir başağrısı olan “Kürt Gailesi” binnetice İsrail’in işine gelmiş ve İsrail tarafından desteklenmiştir. Bununla beraber şimdi anlaşılmaktadır ki, bu desteğin asıl sebebi bu ailenin aslen yahudi olmasıdır. Kendisi de bir yahudi olan Prof. Dr. Yona Sabar, yazdığı kitapta (The Folk Literatüre of the Kurdistani Jews: An Anthology= Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji) Barzaniler’in yahudiliğini isbat etmiştir. Müdekkik Türk yazarlarından Ahmed Uçar ise Osmanlı arşivinde bu bilgileri te’yid eden bir çok vesika bulup yayınlamıştır.
Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu ile İsrail’in yakın alakasını isbat eden birkaç anekdotu dikkatlerinize arz etmek isteriz:
“İlk önemli temas ise 1964 yılında gerçekleşti. O zamanlar Savunma bakanı yardımcısı olan Şimon Peres kurt hareketi içinde önemli bir yere sahip olan ve uzun yıllar kürtlerin Avrupa temsilcisi sıfatını taşıyan Dr. Kamuran Ali Bedirhan ile gizlice bir araya geldi. Bedirhan, 1940′lı ve 50′li yıllarda İsrail adına ajanlık yapmıştı….” (Bakınız: Cevat Eroğlu, a.g.e., s: 83)
“Aynı yıl jçinde zamanın üst düzey Mossad görevlilerinden David Kimche’nin yanında bir grup gizli servis görevlisi, gizlice Irak’a geçerek Kürtlerle yeni ve daha kapsamlı bir görüşme daha gerçekleştirdiler.Ertesi yıl, İsrail kabinesinde yer alan ve 6ski bir Miyah B (Mossad’ın yahudi göçmenleri ile ilgili kolu) görevlisi olan Aryeh (Lova) Eliav, katır sırtında yaptığı maceralı bir yolculukla Kürt ayaklanmacıların karargâhına vardı. Eliav, eli boş da gelmemiş, yanında kapsamlı bir heyet ve hatta bir de 3 doktor ve 3 hemşireden oluşan bir “seyyar hastane” getirmişti. Bağdat hükümetine kar şı savaşırken yaralanan kürtler tedavi olsun diye. Eliav burada isyanın lideri Molla Mustafa Barzânîyle görüşmüş, hatta ona Knesset’in yedinci çalışma döneminin başlaması nedeniyle piyasaya sürülen altın bir madalyon hediye etmişti. Kuzey Irak dağlarında yapılan bu görüşme, “İsrail’in, Kürt Devleti ve halkının kalkınması için askerî, ekonomik ve teknik yardım verme isteği” etrafında şekillenmişti.” (Cevat Eroğlu, aynı yer)
“Sözkonusu rapora göre, Zamir, en azından bir kez Barzani’yi Kuzey Irak’taki karargâhında ziyaret etmiş ve ondan Bağdat hükümetine karşı yürü tülen saldırı ve sabotajların dozunu artırmasını “rica” etmişti. Bunun yanında, Irak’taki yahudilerin İsrail’e gizlice göç edebilmeleri için de Barzanî’den yardım istenmişti. Bu tür “ricâ”ların hepsi, Barzanî tarafından olumlu karşılanıyor, İsrailliler de her ay düzenli verilen elli bin dolarlık yardımların dışın da, ekstra elli binlik“pakef’ler veriyorlardı kürtlere…” (Cevat Eroğlu, a.g.e., s: 84)
“İsrail’in Kürtlere giderek artan desteğinin en sembolik göstergeleirnden biri, ‘67 eylülünde kurt hareketinin lideriMolla Mustafa Barzanî’nin İsrail’e yaptığı ziyaretti. Moşe Dayan’a hediye olarak bir Kürt hançeri getiren Barzanî,Yahudi Devleti’nde oldukça sıcak bir biçimde ağırlandı. Bu ziyaretin uyandırdığı yankılar, Kuzey Irak’taki Kürt isyanında İsrail’in parmağının var olduğu gerçeğini siyâsî gündeme taşımaya başladı. 1969 Martında Ker kük’teki petrol rafinerilerine düzenlenen saldırının gerçekte İsrailli askerî danışmanlar tarafından planlandığı ve yönetildiği hemen herkesçe biliniyordu. Mısırlı ünlü gazeteci Muhammed Hasaneyn Heykel’in ulaştığı ve açıkladığı bilgilerde, 1971′de Kürdistan’daki israilli subayların İsrail ile düzenli bir telsiz bağlantısı içinde olduklarını ve Irak içindeki istihbarat ve sabotaj faaliyetlerini organize ettiklerini ortaya koydu. İsrail’in Kürtler’le olan ittifakı, dönemin Irak basınında da yoğun biçimde konu edilmişti. Barzanî ikinci olarak 1973 yılında İsrail’i ziyaret etti. Bu ziyaretinde de, ilkinde olduğu gibi, 1950 ortalarında İsrail’e göç etmiş Kürt musevîsi David Gabay’in evinde kalmış, hediye olarak da Moşe Dayan’ın eşi için altın bir kolye getir mişti.” (Cevat Eroğlu, a.g.e., s: 85-86)
(3) Burada şunu ifâde etmek isteriz ki, Siyonistlerle bizim aramızdaki tarihi çok eskiye giden bu soğuk harb, bugün bile hâlâ ve daha dehşetli bir sûrette berdevamdır. Bu harbin, kısa söylemek gerekirse üç veçhesi mevcuttur. Şöyle ki:
a) “İslâmî hareketi, bir muvazaa mantığına oturtarak mahrekinden çıkarmak”, Siyonistlerin Türkiye’de oynadıkları en meş’um bir oyundur. İs lâm’ın muhtevasını boşaltarak onu muâmelâtsız bir din haline getirip mâbe-
Bir de şu bilgiyi dikkatlerinize arz edelim: “ABD” 11 Eylül’de New York ve Washington’a düzenlenen ve binlerce kişinin hayatını kaybettiği kamikaze saldırılarından Usame bin Ladin’i sorumlu tutarken, ABD askeri istihbarat kaynaklan, bu olayın İsrail istihbarat örgütü MOSSAD ile bağlantısı olduğuna dâir açıklamalar yapıyorlardı. Ancak bu konudaki haberlere, ABD Savunma Bakanlığı tarafından derhal ambargo konuldu.
Adının açıklanmasını istemeyen bir ABD askerî istihbarat yetkilisi, 13 Eylül’de Kanada basınına, detayları ortaya çıkan bir istihbarat notunun, Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen saldırıların, MOSSAD bağlantılı olduğuna işaret ettiğine dâir haber sızdırdı. Askerî istihbarat yetkilisi, ABD iç istihbarat notunun (intihar saldırısından) dört hafta önce yayınlandığını ve Amerikan topraklarında, Amerikan çıkarlarına açık terörist saldırılar yoluyla kamuoyunu Filistinli Araplara karşı çevirerek, Filistin’e karşı şiddetli ve büyük ölçekli bir askerî saldırıya yeşil ışık yakılmasına âlet edilmesi tehlikesine işaret eden bilgiler içerdiğini doğruladı.
11 Eylül saldırısı, uzmanlar tarafından bir terörist grubun tek başına gerçekleştiremeyeceği kadar karmaşık olarak tanımlamıştı. İsrail istihbarat ope rasyonları uzmanı David Stern, konuyla ilgili yorumunda, “Bu saldın yüksek seviyede bir askerî dikkat ve gelişmiş istihbarat kaynaklarına ihtiyaç gös terir. Ayrıca saldırganların Hava Kuvvetleri tek uçuş operasyonlarım, sivil havayolu uçuş rotahrım ve Washington gibi hassas Amerikan şehirlerine hava saldın taktiklerini çok iyi tanıyor olmaları gerekir.” ifadesini kullanırken…” (bkz. Tarih ve Düşünce Dergisi Ekim 2001 tarihli nüsha) de hapsetmek ve zihinlerde onun salâbet ve sağlamlığı hususunda bir şüphe husule getirmek istikametindeki faaliyetler, hep bu plânın bir icabıdır. Her gün televizyonlarda müşâhade edegelmekte olduğumuz bir takım acemî piyonların telkîn ve teşvişleri, bu büyük plânın bir parçasıdır. Bu dehşetli ihanet, İslam Tarihinde emsali asla görülmemiş olan, sinsi bir içten baltalama hareketidir.
Globalleşen Dünya’da, İslâm’a yeni bir rol biçilmiş, onu, kolunu kanadını kırarak mabede hapsetmek istikâmetinde bir hareket plânlanmıştır ki, “Diyalog” adıyla tezgahlamaktadır.
b) Siyonizmin bize karşı icra etmekte olduğu ihanetin ikinci ve ehemmiyetli veçhesi, nüfus meselesidir. İsrail’in müstakbel menfaati bakımından Türkiye’nin artan nüfusundan endişeye kapılanlar, ülkemizde bir “nüfus plânlaması hareketi” başlatmış ve neticelen binde 24 olan nüfus artışını, bugün binde 12 civarına düşürmek başarısını elde etmiştir. Bu hareket için “Rockfeller Vakfı” nın ülkemizde senede, 2 milyar dolar sarf etmekte olduğunu düşünmek bu bâbdaki vahameti kavramak için kâfidir.
c) Bu soğuk harbin üçüncü veçhesi, ekonomiktir. Bu sahada olup bitenler bilhassa bugün herkesin gözü önünde cereyan etmekte, fakat Türk umûm-i efkârı, bu çöküşün temel sâikini bilmemektedir. Bu hususu kâfî derecede delillendirmek ise bir dipnotun hacmiyle kâbil-i te’lif olmadığı cihetle bu kadarla iktifa ediyoruz.
(4) Çin kaynaklan, oradaki müslümanların sayısını ittifakla olduğunun çok altında göstermektedir. Gerçi Çin’de ciddî bir nüfus sayımı yapılmış değildir. Ama yukarıda bahsettiğimiz “Boxer” isyanı sebebiyle Çin’e giden Türk heyetinin Sultan Abdülhamid Han’a verdiği rapor, Çin’deki müs-lümanlar ve onların sayıları hakkında şu bilgiyi ihtiva etmektedir:
“İslâmiyetin Çin’e girişi. Peygamberimizin yakınlarından Ebu Vak- kas’m himmeti ile olmuştur. Çin’de ilk cami, güney Çin’deki Kanton vilâyet merkezinde inşâ edilmiştir. Çin’in kuzeydoğu bölgesindeki Kansu ve Shensi illerinde, yirmi milyondan fazla müslüman vardır. Burası, Doğu Türkistan’a bitişik olduğundan, İslâmiyet’in Çin’de yayılmasına vesîle olmuştur. Çin’in diğer vilâyetlerinde de az çok müslüman mevcuddur. Bazılarına göre, bütün Çin’de elli milyona yakın müslüman olduğu belirtilmektedir.” (Taha Toros, Milliyet Gazetesi, 19 haziran 1972, s: 7)
1900 yılında Çin’in nüfusu beş yüz veya altı yüz milyon civarında tah min olunmaktaydı. Bugün Çin’in nüfusu 1.6 milyar olduğuna nazaran, oradaki müslümanların adedini yüzmilyonun üzerinde farzetmek yanlış ol maz. Bu rakama tamamı türk ve müslüman olan Doğu Türkistan halkı dâhil değldir. Bunlar Çin ırkından insanlardır.